Kötü Haber

Ezgi Başak

–          Hazır mısın?
–          Hı hı.
–          Emin misin?
–          Eminim.
–          Hadi o zaman kahveni bitir de yola çıkalım, olur mu?

Dün öğle vakti Una’ya Nottingham’daki huzurevinden telefon gelmiş. Annesi Koronavirus’ten vefat etmiş, oraya gidip resmi olarak kimliğini tespit etmesi gerekiyormuş. Bunları bana akşam yemeğinde şaşılacak bir sakinlikle anlattığında “Niye telefonu kapatır kapatmaz haber vermedin? Hani dışarıda da değildin, evden çalışıyoruz.” deyiverdim. Bu laflar ağzımdan çıkar çıkmaz dediklerimin dehşetini fark edip ekledim, “Neyse canım önemli değil, sen nasıl hissediyorsun kendini, onu söyle.”

Una’nın annesiyle arası mesafeliydi. Huzurevini son ziyaretinin üzerinden iki sene geçmişti. İlişkimizin ilk zamanlarında annemle Skype yaparken bazen beni çaktırmadan seyrettiğini hissederdim. Fakat gerçekten seyrediyor muydu, emin değilim. Sormamıştım. Sonra zaten ya o beni seyretmeyi ya da ilişkide kendimi güvende hissetmeye başladığımda paranoyalarım beni bıraktı; ikisinden biri.

Annem İstanbul’daki evimizin tek sakiniydi. Pandemi başladığından beri daha sık konuşur olmuştuk ama yine de endişe ediyordum. Gerçekten iyi miydi? Korkuyor muydu? Yalnız hissediyor muydu kendini? Yurtdışı uçuşlar iptal edilmeseydi ilk uçağa atlayıp yanına gidecektim. Tek çocuk olmanın belası buymuş! Küçükken hayat bana güzeldi; odamı, oyuncaklarımı, anne sevgisini paylaşmak zorunda kalmamıştım. Keşke elimden gelse de bir zaman tünelinden geçebilsem çocukluk halimi karşıma alır, “Bencillik etme! Kardeş istiyorum diye bağır çağır, yerlere at kendini!” derdim. Kardeşim, annemin yanında olurdu şimdi. Aslında bunun da garantisi yoktu. O da şartlar öyle gerektirdiği için gidebilirdi. Ama en azından evlatlık görevini yerine getirememenin sancılarını paylaşacak biri olurdu. 

Nottingham’a vardığımızda arabadan inmeden önce Una bana dönüp, “Teşekkür ederim,” dedi. Sanki bu adada yaşayanların olur olmaz her şeye teşekkür etmesine alışmamış gibi sordum, “Niye?” “Bana eşlik ettiğin için. Ben ceset görmeye alışığım ama sen…” Una İrlanda kökenli Katolik bir aileden geldiği için merhumun açık tabutta yattığı yemeli içmeli cenaze törenleri hayatının ayrılmaz bir parçasıydı. “Hiç de bile,” dedim hafiften gülümseyerek, “Morg benim ikinci evimdir dediğimde şaka yapmıyordum.”

–          Adın ne?
–          Pelin.
–          Annen baban ne iş yapar?
–          Sana ne? İkisi de doktor.
–          Ne doktoru?
–          Babamı mı soruyorsun sadece, yoksa ikisini de mi? Annem patolog, babam jinekolog.
–          Pek güzel.
–          Bir şey ifade etmedi değil mi? Yani babam iyi haber veren doktor, “Tebrikler, nur topu gibi bir kızınız oldu,” annem de kötü haber veren doktor, “Üçüncü evre kanser maalesef.”
–          Anladım. Peki söyle bakalım, yaz tatilini nasıl geçiriyorsun?
–          Annemin yanında stajyerlik yaparak.
–          Hehehe, aferin sana. Fakat niye babanın yanında değil de annenin yanında?
–          Kanserin cinsiyeti yok, o yüzden. Erkekler meme kanseri, kadınlar prostat kanseri olabilir; akışkan cinsiyetli birine sıvı bazlı sitoloji yapılabilir. Annemin kendi muayenehanesi var, babamın yok.
–          Pek güzel. 

*Bu soruları şimdi duysam böyle cevap verirdim.

İşin doğrusu, kolay arkadaş edinebilen bir çocuk değildim. Yaz tatillerimi spor kulüplerinden ziyade annemin Osmanbey’deki muayenehanesinde geçirmek bana daha cazip geliyordu. Hem hangi çocuk doktorculuk oynamak istemezdi ki? Yok, karşındakine oranı buranı gösterdiğin doktorculuk oyunundan bahsetmiyorum. Benimkisi gayet ciddi bir işti. İnanmayanlara kanıtım giydiğim beyaz önlüktü. Annem laboratuvarında organ kesip biçerken ben de bir kağıda not alırdım raporunda kullanması için: “Makroskopik Bulgular: En büyüğü 0.4 x 0.3 x 0.3 cm, en küçüğü kırıntı halinde gri renkte doku parçası 5p1k/y.” 

Yaz mevsiminde bile muayenehanenin yer aldığı apartman buzdolabı gibi olduğu için kat kat giyinmek zorunda kalırdım ama önemli değildi. “Hizmeti en yüksek düzeyde sunabilmek için kendi sağlığımı, esenliğimi ve mesleki yetkinliğimi korumaya dikkat edeceğime… ant içerim.” Hipokrat yeminine uymak, bunaltıcı sıcaklarda tişört içine pamuklu atlet giymeyi gerektiriyordu. Fakat üst kat komşumuz Agata Hanım ve annesi kendilerini bütün sene nasıl sıcak tutuyorlardı merak ederdim (elektrikli battaniye olsa gerek). Ellilerinde olan Agata Hanım’ın hiç evlenmemiş ve çocuk sahibi olamamış olmasını ve hala annesiyle yaşamasını doğal karşılardım. Gidenlerden olacağımı bilmediğim için, aynı Agata Hanım gibi annemle beraber yaşlanacağımı varsayardım.  

Bazen muayenehaneye gelmeden önce hastaneye de uğradığım olurdu. Zemin katta yer alan patoloji bölümüne, hastalardan ve hasta yakınlarından oluşan kalabalığı atlatarak en kısa yoldan gitmenin formülü, binaya arka kapıdan girmekti. Bu da, annemin odasına varmak için önce hastane imamının sonra da morgun önünden geçmem gerektiği anlamına geliyordu. İlk başlarda morgun önünden koşarak geçmiştim, hayaletler beni yakalamasın diye. Bu koşma hali zamanla kendini serbest yürüyüşe bırakmıştı ve diğer çocukların tekinsiz bulabileceği bu güzergah benim için bir rutine dönüşmüştü artık. 

Una’yla morgun kapısından geçer geçmez çocukluk günlerimi içimde bir sıcaklık hissiyle anımsadım ve şu kararı verdim: Annemi hiçbir zaman huzurevine yerleştirmeyecektim.  

Bir Cevap Yazın