Barbie: Hassas programda pembe yıkama

Küçüklüğümde hiç Barbie’yle oynamadım. Geçen gün anneme telefonda Barbie’yi izlemeye gideceğimi söylediğimde “Sen Barbie sevmezdin ki! Tiksinirdin, dokunamazdın bile.” şeklinde tepki verdi hatta. Bu kadar tiksindiğimi hatırlamasam da gerçekten Barbie’den hiç hoşlanmazdım. Çünkü çocukluğumda Barbie “feminizmin sembolü” değil, sarışın, mavi gözlü ve incecik bir oyuncak bebekti ve ben büyüyünce televizyonda gösterilen Çirkin Betty (Ugly Betty) gibi olacağımı düşünen şişe dibi gözlüklü bir çocuktum. (Ve Çirkin Betty’yi canlandıran America Ferrera henüz Barbie’de rol almamış ve filmdeki karakteri her kadının ne kadar özel ve güçlü olduğunu söylediği o meşhur konuşmasını yapmamıştı!)

Yine de Barbie’yle fırtınalı geçmişimiz, Greta Gerwig’in başrollerinde Margot Robbie ve Ryan Gosling’in oynayacağı bir Barbie filmi çekmeye hazırlandığı haberine heyecanlanmama engel olmadı. Çünkü canlandırdığı Frances Ha karakterinde kendimi bulduğum, Uğur Böceği (Lady Bird) ve Küçük Kadınlar (Little Women) filmleriyle daha çok sevdiğim Greta Gerwig vardı kameranın başında.  Filmin vizyon tarihi yaklaşırken ben de filmden görseller paylaştım, herkes gibi Barbie avatarı yaptım, Ryan Gosling’in şapşal şakalarına güldüm. Barbie’nn tüm pazarlama süreci, Warner Bros ve Mattel gibi iki dev şirketin kontrolü altında olsa bile Gerwig’in filminden auteur’lük olarak adlandırdığımız dokunuşları eksik etmeyeceğine inancım tamdı. 

Ancak son haftalarda yukarıda sözünü ettiğim pazarlama süreci MUBI’nin Aftersun tanıtımlarını mumla aratan bir yoğunluk kazandı ve bir sabah bunaltıcı düşlerimizden uyandığımızda kendimizi, yatağımızda dev bir pembeye dönüşmüş olarak bulduk. Benim de Barbie’yi izledikten sonra filme dair eleştirilerimin iki ana hedefinden biri bu reklam bombardımanıydı. Bu nedenle önce filmin, konu ettiği figürün medya ve tüketim endüstrisindeki konumuna dair yaklaşımının neden sorunlu olduğunu anlatmak için senaryodan kısaca bahsedeyim. (Yazının bundan sonraki kısmı filmi izlemeyenler için spoiler içerir)

Gerwig’in filmi, Barbielerin her gününün hayatlarının en güzel günü olduğu ve varlıklarıyla gerçek dünyadaki kadınlara ilham verdiğine inandıkları Barbieland’e götürüyor bizi. Ancak bir gün Barbie’lerden bir tanesinin (Margot Robbie) zihninde ölümle ilgili düşünceler belirmeye ve “Barbielik” özelliklerini yitirmeye başlayınca ortada bir sorun olduğu anlaşılıyor. Ona sahip olan insanın düşüncelerinin kendi varoluşu üzerinde etkili olduğunu öğrenen bu Barbie, bu sorunu çözmek için gerçek dünyaya doğru yola çıkıyor. Ve peşine, onun dikkatini çekmek için ne yapacağını şaşırmış Ken (Ryan Gosling) de takılıyor. Ama Barbie ve Ken, gerçek dünyaya ulaştıklarında hayal ettiklerinden çok farklı bir ortam buluyorlar karşılarında.

Hikâyenin gerçek dünyada geçen kısımlarında Barbie markasının sahibi Mattel önemli bir konuma sahip. Will Ferrell’ın şirketin CEO’sunu canlandırdığı filmdeki mizah ögelerinin büyük bir kısmının Mattel etrafında şekillendiği söylenebilir. Ancak başında Mattel’in bulunduğu bir projenin Mattel’le ilgili söylemlerinden nasıl bir eleştirel bakış bekleyebiliriz ki? Nitekim, Gerwig’in kapitalist üretim ve tüketim ilişkilerine dair Barbie’nin yıllar içinde piyasa beklentilerine göre üretilip iptal edilen modellerine ya da şirket bünyesindeki ‘pinkwashing’ politikasına gönderme yapması, bizzat filmin de bu ilişkilerden beslenerek seyirciyle buluştuğu gerçeğini değiştirmiyor. Ki bu esprili ama bir o kadar da yüzeysel self-reflexive (özdönüşümsel) detaylar, yakın dönemde örneklerine Marvel veya DC yapımı popüler kültür içeriklerinde sık sık rastladığımız semptomatik bir yaklaşımı yansıtıyor.

Barbie’nin eleştirirken yeniden ürettiği tek şey kapitalist üretim-tüketim ilişkileri de değil. Barbie en başından beri, tüm tanıtım kampanyasını feminizm ve kuir kimlikler üzerinden inşa eden bir proje. Dolayısıyla filmdeki kurmaca Barbieland’in Barbieler tarafından yönetilmesi ve Kenlerin, Barbieler sayesinde var olması bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir detay. Zira gerçek dünyaya gittiklerinde Barbie, endişelerinin ve yaşadığı varoluşsal krizin kökenini ararken Ken patriyarkayı keşfediyor ve bunu Barbieland’e götürmeye karar veriyor!

Greta Gerwig verdiği bir röportajda karakterlerin aslında oyuncak bebek olduklarını, cinsel organları bulunmadığı için de herhangi bir cinsel yönelime sahip olmadıklarını belirtiyor. Gerwig, filmdeki cinsellik ve cinsiyet konularıyla ilgili pratik bir kaçış rampası bulduğunu düşünse de hikâyenin neredeyse tamamının erkeklik ve kadınlıkla ilişkilendirilen geleneksel cinsiyet rolleri üzerine kurulu olduğunu unutmuşa benziyor. Filmde erkekler böyledir, kadınlarsa şöyledir cümleleriyle ifade edebileceğimiz (Kenlerin sürekli sporla, atlarla ve arabalarla ilgilenmesi, Godfather, Justice League gibi filmlerin yine erkeklere ilişkilendirilmesi vs.) sayısız detay yer alıyor. Elbette bunlar sosyal medyada sürekli karşımıza çıkan klişelere (Beyaz ve ayrıcalıklı erkeklerin yaşam tarzlarıyla ve ilgi alanlarıyla dalga geçen Another White Boy With A Podcast şarkısı gibi) gönderme olsa da, Barbie bunun aksinin mümkün olduğu bir alternatif sunmaksızın mevcut ayrımı muhafaza ediyor. Daha basitçe ifade edecek olursam,  Godfather ve Justice League izlemekten hoşlanan bir Barbie görmüyoruz filmde. 

Barbie’deki ikili cinsiyet anlayışı ve beraberinde getirdiği, ikinci dalga feminizmin tozlu sayfalarındaki sorunlar, filmin kendisiyle de sınırlı kalmıyor. Oppenheimer ve Barbie’nin aynı hafta vizyona girmesinin bu filmler etrafında da benzer bir ikiliğin ortaya çıkmasına sebep olduğunu görüyoruz. Christopher Nolan’ın internet ortamında “sinefilbro” olarak adlandırılan bir seyirci tipiyle ilişkilendirilmesi elbette bu ayrıma tuz biber ekmiş durumda. Bugün bazıları için Barbie’yi eleştirmek anti-feminist, “pis erkolardan” biri olmak anlamına geliyor âdeta. Tek bir filmi, kitabı veya herhangi bir söylemi feminist hareketin sembolü haline getirmek, kesişimsellik ve kapsayıcılık değerlerini benimsemesi gereken feminizmle nasıl da çelişiyor oysaki. 

Gelelim odanın orta yerinde duran gökkuşağı bayrağıyla sarılı filimize. Barbie’nin tanıtım kampanyasının hedefinde büyük oranda temsil açlığıyla yanıp tutuşan biz kuirlerin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Filmin LGBTİQ+ oyuncuları Hari Net, Scott Evans ve Alexandra Shipp’le kuir görünürlüğü üzerine yapılan röportajlardan Greta Gerwig’in kapsayıcılıkla ilgili açıklamalarına kadar birçok detay Barbie ekibinin dersine iyi çalıştığını gösterir nitelikteydi.Yukarıda bahsettiğim üzere Barbie dünyasının üzerine inşa edildiği heteronormatif ayrım filmdeki kuir görünürlüğünü kaçınılmaz biçimde ortadan kaldırıyor. Elbette, kamera önü temsilinin çoğu zaman göz boyamaktan ibaret olduğunu biliyoruz. Kuir temsil, ekranda öpüşen iki kadın göstererek sağlanacak kadar basit bir şey değil. Ama Barbie, sosyal medyada yaratılan ve farkında olmadan LGBTİ+’ların da katkıda bulunduğu daha kuir bir Barbieland beklentisinin aksine, bize üzerine tartışacak bir temsil dahi sunmuyor. Yalnızca pazarlama sürecinde kuir kodları ve popüler kültür figürlerini kullanarak LGBTI+ seyirciyi çekme stratejilerinin, sosyal medya kullanıcıları​​ın anlam yürütme gücünün de etkisiyle başarıya ulaştığını kanıtlıyor. 

Dahası, Gerwig filmini bardağı taşıran son damla niteliğinde bir sahneyle noktalıyor: Gerçek dünyada yaşamaya karar veren ve ilk iş olarak da jinekolog randevusuna giden bir Barbie’yle. Yıllar evvel son yolculuğuna uğurladığımız ancak sağ muhafazakarların LGBTİ+ karşıtı diskurlarının temeline oturttukları genital organ eşittir cinsiyet denklemi, bizim gömdüğümüzü sandığımız (ya da umduğumuz) mezarından çıkıp dikiliveriyor karşımıza; üzerinde Zara x Barbie koleksiyonundan bir kombinle…

Author