Berlin kıyılarına vuran dalgalar: Türkiye seçimleri, queer göç ve kendini tekrar eden ezber

28 Mayıs akşamı karmaşık duygularla evimden çıkıp Südblock’a yürüdüm. Mekanın önü beklediğim gibi kalabalık ama şaşırtıcı bir biçimde sessizdi. Bahçede oturanların arasında ilerlerken çok geçmeden tanıdık yüzlerle karşılaştım. Kimileri hayal kırıklığı içindeydi, kimileriyse umudu henüz elden bırakmamız gerektiğini söylüyordu. Südblock, bana Berlin’de Türkiye’yi hatırlatan birkaç mekandan biri. Kreuzberg’in göbeğinde lubunyaların, göçmenlerin ve ama en çok da bu iki gruba ait olanların gelip çay ve bira içtikleri, arkadaşları ya da yeni tanıştıklarıyla dertleştikleri, flörtleştikleri, dans ettikleri bir yer burası. Özellikle bahar gelip çevresindeki ağaçlar yeşillendiğinde çirkin ve soğuk apartmanların arasında bir vahaya dönüşür. Burada bazı geceler gökkuşağı bayraklarıyla birlikte halaylar çekilir; Kreuzberg’in bu gudubet köşesinde öyle gecelerde bayram havası eser. Oysa bu akşam kimsenin kutlama yapmaya hevesi yoktu. Bara içecek bir şey almaya giderken duvara yansıtılmış Halk TV’ye takıldı gözüm. Ne zaman Türkiye’de bir seçim olsa Südblock bir sinemaya döner. İnsanlar ellerinde biraları ayakta seçim sonuçlarını izler. Yine bir seçim akşamıydı ancak bu kez insanların çoğu sonuçları izlemekten vazgeçmiş, bahçede oturup dertleşmeyi tercih etmişti.

***

Biramı alıp arkadaşlarımın yanına oturdum. Birçoğuyla yıllar önce yollarımız Lambdaistanbul’da kesişmişti. 2010’da İstanbul’dan ayrıldığımda bir gün tekrar İstanbul’a döneceğimi, hareketin yeniden bir parçası olacağımı hayal ediyordum. O zamanlar kimse İstanbul’dan ayrılmak istemiyordu çünkü. Şimdilerde, o zamanlar için İstanbul altın yıllarını yaşıyordu deniyor. Haksız da sayılmazlar; şehir yabancı dergilere kapak oluyor, gece hayatından yemeklerine, kültür dünyasından mimarisine her şeyi övülüyordu. Aradan yıllar (parmakla sayarsak 13 koca yıl) geçti, fakat ben İstanbul’a dönemedim. Bir noktada, hem Türkiye’deki gidişat hayra alamet olmadığından hem de Berlin’de kurmaya çalıştığım hayatımdaki gelişmeler nedeniyle dönmeyi hayal etmeyi de bıraktım. Bu süre zarfında birçok arkadaşım Berlin’e göç etti ya da göç etmek zorunda bırakıldı. Bazıları bu seçim sonrası Türkiye’ye döneceklerini umuyordu. Sandıklara bağlanmış umutlar ne yazık ki sulara gömüldü.

***

Gerek Türkiye’den Almanya’ya göç, gerekse genel olarak göç politikaları üzerine çok mürekkep döküldü. Sürdürülen tartışmalar genelde göç edenleri isimsizleştirir, birer istatistiki nicel veriye dönüştürür. Grafiklerin ve rakamların arasında göç edenlerin sesi pek duyulmaz. Çoğu zaman yüzünü ve sesini duyamadığımız göçmenler bilerek veya -hadi iyi niyetli olayım- bilmeyerek insanlıktan çıkarılır, bir doğa olayına ya da bir nesneye dönüştürülürler. Örneğin İngiltere’deki göçmen karşıtı söylemlerde şu söz sıklıkla tekrar edilir: “Kayıkları durdurmalıyız.” Fransa’dan İngiltere’ye küçük kayıklarla ama büyük umutlarla göçen mültecilerin ne isimlerini ne de hayat hikayelerini duyarız; göç edenler insan olmaktan çıkar, birer kayığa dönüşler bu anlatılarda. Benzer bir biçimde Türkiye’den Almanya’ya göç “dalgalara” benzetilir; farklı dalgalara ayırarak göçün zaman çizelgesi çıkarılır. Birinci dalga 1960’ları kastederken, yeni dalga Gezi eylemlerinden sonraki süreci temsil eder. Südblock’taki seçim sonuçlarını izleyen arkadaşlarımın çoğunun hikayesi göçün bu “yeni” dalgasına denk geliyor. Farklı “dalga” göçler Almanya kıyılarına çarparken, ülkede özellikle 90’larda hakim olan söylem artık bu geminin dolu olduğuydu. Bu geminin, yani Almanya’nın daha fazla göçmen kaldırmayacağı söyleniyordu. Ülkeler ağzına kadar dolmuş gemilere benzetilirken sınırlar kapatılır; Akdeniz’de gerçekten de ağzına kadar dolu olan mültecileri taşıyan botlar batırılır.

Ancak -kaderin cilvesi- konu queer göçmenler olduğunda Alman medyasında Almanya ağzına kadar dolmuş gemi olmaktan çıkar, sığınılan bir limana dönüşür. Buraya göçen queerlerin hikayeleri baskı ve zulüm dolu karanlık diyarlardan özgürlüğe çıkan tek yön bir sokakmış gibi gösterilir. Homofobik ve transfobik zulümden kaçanlar Avrupa’ya vardıklarında özgürlüklerine kavuşurlar; geçmişlerine, geride bıraktıkları coğrafyalara arkalarını dönerler ve “Avrupalıların kalpleri kadar temiz yepyeni bir sayfa” açarlar. Oysa bir araştırmacı olarak 2016’dan beri hikayelerini dinlediğim LGBTİ+ göçmen, mülteci ve sığınmacılar daha karmaşık bir yol haritası çiziyorlar. Kimileri gerçekten terk ettikleri yerlere daha sonra geri dönerken, kimileri geri dönmese de geride bıraktıkları insanlar ve ülkeler için mücadelelerini sürdürüyor; gerek Almanya’da gerek terk ettikleri veya etmek zorunda kaldıkları ülkelerdeki haksızlıklara karşı seslerini çıkarıyorlar. Bazılarıysa, hadi daha spesifikleştireyim, mesela Türkiyeli lubunyalar, ülkeyi unutmak isteseler de, hatta bunun için artık Türkiye ile ilgili haberleri takip etmeyi bıraksalar da, bir mayıs akşamı kendilerini yine Südblock’ta seçim sonuçlarını izlerken bulmaya devam ediyorlar.

***

Öte yandan özellikle son yıllarda yaygınlaşan queer göç çalışmaları ve bu konuda sürdürülen hak mücadeleleri haklı olarak göçmenlerin yaşadıkları zorlukları belgelemeye çalışıyor. Bütün bu değerli çalışmalar göçmenlerin sadece geride bıraktıkları coğrafyalarda değil aynı zamanda göç esnasında ve yerleştikleri yeni ülkelerde de ayrımcılığa maruz kaldığını gösteriyor. Hatta ayrımcılık biçimlerine yenileri ekleniyor, daha önce yaşanmayan ırkçılıkla, Müslüman düşmanlığıyla ya da sınıf ayrımcılığıyla yüzleşiliyor (ya da yüzleşilmek zorunda kalınılıyor).

Bu çalışmaları çok değerli bulsam da, bir araştırmacı olarak dikkatimi sadece sınır politikalarının ve LGBTİ+fobik zulmün queer göçmenler üzerinde bıraktığı yaralara odaklamaktan kaçınıyorum. Genelde göçmenler medya ve ana akım söylemde acı çektikleri oranda görünür oluyorlar ama nadiren aynı toplumda söz üreten politik özneler olarak ciddiye alınıyorlar. Biraz da bundan duyduğum rahatsızlıktan ötürü, dikkatimi göçmen karşıtı sınır politikalarından (queer) göçmenlerin ürettikleri söze, anlattıkları hikayelere, yaşadıkları topluma getirdikleri eleştirilere kaydırmayı tercih ediyorum. Peki, böyle bir odak değişikliği neye yarıyor? Örneğin Berlin’de queer göçmenlerin gündelik hayatta karşılaştıkları ayrımcılıklarla mücadele biçimlerindeki çeşitliliği ortaya çıkarıyor: Kimileri online aktivizm vesilesiyle Mısır’daki LGBTİ+’lere yönelik baskı ve şiddete karşı mücadele yürütürken, kimileri Almanya’nın göçmen dairelerindeki transfobiye karşı dava açıyor. Ya da Türkiye, Kürdistan ve Suriye’deki deprem sonrasında queer diasporasındaki yeni dayanışma biçimleri kimlik politikalarının ötesinde bir örgütlenme biçiminin nasıl olabileceğine dair yeni fikirler veriyor.

***

Queer göç dünyanın her yerinde hep tek yönlü bir durum/eylem olarak algılanıyor ve kavramsallaştırılıyor. Oysa yukarıda da dediğim gibi, her göç hikayesi gittiği yerde ebediyen kalmak üzere yapılmıyor; bazı göç hikayeleri bir gün terk etmek zorunda kaldıkları yerlere dönme hayalini yanlarında getiriyor. Daha güvenli bir gelecekte ülkelerine dönmeyi uman Suriyeliler, Talibansız günleri sabırsızlıkla bekleyen Afganlar, Türkiye’ye dönme planlarını bir seçim sonucuna bağlayanlar… liste böyle uzayıp gidiyor.

Südblock’taki kalabalık arasında geri dönme düşlerini kuranlar, seçim akşamında saatler ilerledikçe önümüzdeki yıllarda Türkiye’deki LGBTİ+ karşıtlığının daha da artacağını dillendirmeye başladı. Kutlama yapma hayaliyle başlayan akşam, yeni göç dalgası ve ülkeyi gelecekte bekleyenlere dair tahminlerin havada uçuştuğu buruk bir geceye dönüştü. Sonra, kalabalıkta yeni tanıştığım, Berlin’e yeni taşınmış bir lubunya, seçim sonuçlarının yarattığı umutsuzluk bulutunu dağıtmak istercesine coşkun bir sesle “Bu demek oluyor ki Türkiye’den Berlin’e bir sürü şahane insan daha göç edecek,” dedi. Ona gülümserken aklımdan geçense Almanların onları hangi dalgalara hapsedip, hangi istatistiklere dönüştüreceğiydi.


Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS”.

Author