Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kaldığının kesinleşmesinin üzerinden henüz bir gün geçti ancak her saat, hatta her dakika seçim güvenliğinin sağlanamadığına işaret eden bilgiler, belgeler düşüyor önümüze. Yeşil Sol Parti’ye (YSP) verilen oyların Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) yazıldığı fark edilince itiraz edilip, YSP’nin Şanlıurfa’dan çıkardığı vekil sayısının dörtten beşe yükseldiği saatleri yaşıyoruz bu yazı yazılırken. Ancak bu yazının konusu, seçimlerin kendisi kadar kritik olan ertesinde sivil toplumu nasıl bir akıbetin beklediği.
İkinci turun nasıl sonuçlanacağından bağımsız olarak, karşımızda şöyle bir gerçeklik var: Sivil toplum sona erme tehlikesiyle karşı karşıya. Felaket tellallığı yapıyor gibi görünebilirim fakat bu, Meclis’teki sandalye dağılımına baktığımda bana gerçekdışı bir ihtimal gibi gelmiyor. Türkiye genelinde %2,85 oy alan ve Meclis’e beş vekil gönderecek olan Yeniden Refah Partisi’nin (YRP) vaatlerinden biri LGBTİ+ derneklerinin kapatılması idi örneğin. 2016’da ilan edilen OHAL ile kapatılan dernekleri, sivil toplum üzerindeki denetimin artması amacıyla hazırlanan Terörün Finansmanının Önlenmesi Hakkındaki Kanun, birkaç gün sonra duruşması görülecek olan Tarlabaşı Toplum Merkezi’ni kapatma davası gibi örnekler, YRP’nin vaadinin öylesine bir tehdit olmadığını gösteriyor gibi. Sivil topluma bundan ala darbe vurulabilir mi? Hızla kendi soruma cevap vereyim: Evet vurulabilir.
Kemal Kılıçdaroğlu ikinci turda Cumhurbaşkanı seçilse dahi, Meclis’in 14 Mayıs seçimleri sonrası dağılımı, öz kaynakları olmayan sivil toplumun varlığını borçlu olduğu yabancı fonları yasaklamaya yatkın. Oysa sık sık batılı kaynaklardan fon aldığı, yürüttüğü projelerin gerekliliklerine sıkışıp ötesini yapamadığı için eleştirilen sivil toplum, fonlara keyfine bağımlı değil. Bağış toplama yetkisi olan sivil toplum kuruluşlarının (STK) sayısı da keza oldukça az. Bu yetkiye sahip STK’lar, şöhretli olan birkaçı hariç, yeterli bağışı toplayamıyor. Örneğin TÜSEV’in yayımladığı Türkiye’de Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik Raporu’na göre, 2014 yılında bağış ve yardım gelirleri, bu bağışları toplama yetkisi olan derneklerin toplam gelirlerinin yaklaşık %40’ını, vakıfların toplam gelirlerinin ise %39’unu oluşuyor. Yani, Türkiye sivil toplumu hiç de salt bağışlarla ayakta durabilecek gibi görünmüyor.
Peki, sivil topluma neden yeterince bağış yapılmıyor? Yine TÜSEV’in Bireysel Bağışçılık ve Hayırseverlik Raporu, bu soruyu anlamak için şöyle bir yol gösteriyor. Rapor kapsamında yapılan araştırmaya katılanların %88’i bağışlarını doğrudan yapmayı tercih ettiklerini, yalnızca %10’u bir kurum aracılığıyla bağış yaptığını söylüyor. Kurum aracılığıyla bağış yapanların %34’ü kamu kurumunu tercih ederken, STK’ları tercih edenlerin oranı ise yalnızca %18. Yani sözün özü, toplumun büyük bir çoğunluğu bağış yapıyor ancak bunu yardım etmek ya da sadaka vermek için yapıyor. Yeğenine, kuzenine düzenli harçlık veren insanlarla dolu bir ülke burası en nihayetinde.
Sivil topluma bağış yapılmamasının nedenlerinin peşine düştüğümüzde ise yol bizi şu tabloya çıkarıyor: İnsanlar düzenli ve yüksek miktarda bağış yapamadığında, bağış yapmanın anlamlı olduğuna inanmıyor. Aynı zamanda toplumun hatırı sayılır büyük bir kısmı sivil toplumu tanımıyor, STK’lara güvenmiyor. TÜSEV’in raporuna yeniden dönecek olursak, STK’lar aracılığıyla bağış yapılmamasının cevapları yüzdesel olarak şöyle sıralanıyor:
– Yardım miktarının düşük olması (%52)
– Yardımların düzensiz yapılması (%26)
– Kurumlara güven duyulmaması (%13)
– Kurumların tanınmaması (%5)
Bir başkasına güven duymanın zor olduğu, insanlara babana bile güvenme diye öğüt verilen bir ülkede, sivil topluma duyulan güvensizliğin boyutu hiç şaşırtıcı değil. Ancak görünen o ki, Türkiye’nin kronik sorunlardan biri olan güvensizlikten öte, sivil toplumun ne yaptığı ve neye ihtiyaç duyduğu yeterince bilinmiyor. Sivil toplum nicedir nereden para aldıkları belli değil, foncular vb. yakıştırmalarla yıpratılıyor ve bu söylemin, yeni kurulan hükümette epey karşılığı olacağını öngörmek zor değil. Hatta yurtdışından fon almak tümüyle yasaklanabilir ya da hükümetin onayına tabi tutularak, yalnızca hükümete yakın STK’ların yararlanabileceği hale getirilebilir. Pek çok ülkede sivil topluma devletin ayıracağı kaynak hükümetlerden bağımsız, anayasal bir hak olarak düzenlenirken, Türkiye’de sivil toplumun ihtiyaç duyduğu kaynakların devlet tarafından sağlanması bir hayalden öte değil. Dolayısıyla sivil toplumun varlığı çok da uzak olmayan bir gelecekte, bağışlara bağımlı hale gelebilir. Ortada ayan beyan duran tablo, böyle bir durumda sivil toplumun hayatta kalamayacağını gösteriyor.
Sivil toplumun bizatihi varlığını tehdit eden çok unsur olsa da, durumun tümüyle umutsuz olduğunu da düşünmüyorum. Umudumu diri tutan da, deprem sonrasında tüm televizyon kanalları bas bas bağırarak koordinasyonsuzluk sorununa değinirken, STK’ların özellikle de ilk birkaç günde hızlı ve etkili hareket edebilmesi oldu. Üstelik pek çok sivil toplum kuruluşu tek seferlik yardım yapıp dönmeyecek. 6 Şubat’tan bu yana birçoğu deprem sahası faaliyetlerini planlıyor, böylece önümüzdeki birkaç yıl depremden etkilenen illerde bilfiil varlığını sürdürecek. Yardımların ötesinde hak temelli çalışmalar yaparak, köklü sorunlara uzun dönemde de çözüm üretecekler. Yani sivil toplumun deneyimi, bilgisi ve yetkinliğine hepimizin ihtiyacı var. Buna sıkıca sarılmak, sivil toplumun geleceği için bir dönüm noktası olabilir.
Sivil toplumun kendi sözünü ortaya koyması gerekiyor. Adım adım gibi toplumun geniş kesimlerine hitap eden faaliyetlerle bilinirliği biraz daha artmış olsa da, derdini daha iyi nasıl anlatacağına kafa yorması şart. Ana muhalefete sık sık yöneltilen “İnsanlardan, halktan, sokaktan kopuksunuz.” eleştirisi, sivil toplumun büyük kısmı için geçerli bana kalırsa. Zira kendisini kısıtlı bir çevrede, hep aynı insanlara anlatıyor. Sadece kendi kurumunun hedeflerine odaklanmaktan öte, oyun kurucu olması, örgütlü hareket etmesi ve apolitik kalmayı terk etmesi de elzem. Çünkü sivil toplum aynı zamanda demokratik bir toplumun teminatı. Tıpkı medya gibi, yasama, yürütme ve yargıyı izleme ve değerlendirme rolüne sahip. Bunun da ötesinde, demokratik bir kültürün inşasında her zaman yol gösterici oluyor/olabiliyor. Bu yüzden sivil toplumun varlığı ve meşruiyeti tehdit altındayken, bir şey yapmak gerekiyor. Kaybedilen mevzilerin telafisini olmadığını, 45 gazetenin aynı başlığı attığı ve durmaksızın nefret pompaladığı bir medyanın bizden neler götürdüğüne bakarak kolaylıkla anlayabiliriz. Sivil toplumu ve aslında hepimizi kıskacına alan bu sıkışmışlıktan çıkarmak için, gücümüze ve umudumuza sarılmamız lazım. Çünkü 14 Mayıs seçimleriden sonra oluşan Meclis’teki manzara bizi buna mecbur kılıyor.
Sivil topluma ikinci turdan sonra daha sıkı sarılmalıyız
