Nevrotik Lubunyanın Ergenlik Maceraları: Zorlu Ortaokul Yılları Nasıl Atlatıldı?

Ailem biraz da sınıfsal komplekslerinin etkisiyle beni bir Fransız kolejine yazdırmıştı. Filmlerdeki o nobran, bencil ve açgözlü zengin çocuğu klişesi doğru sayılabilir. Bir biçimde kafa göz patlatarak, göz çıkararak tepe konumlara tırmanmış açıkgöz tiplerin cingöz ve şımarık çocuklarıyla sekiz yıl geçirmek zorundayım. İlk günlerde çocuksu sezgilerimle hapı yuttuğumu hissetmekteyim içten içe. Bunu nerden anladın derseniz açıklayamam. Çocuklar saf kalpleriyle akıbeti, nasıl bir tezgaha getirildiklerini hissediyorlar işte. Bütün o uyanamama sorunları, evden kaçmalar, kaytarışlar, tüm o aktif/pasif grevler bu kıyıcı tornadan geçmemek için. ‘Ayyy ben napıcam böyle bir ortamda?’ diye kara kara düşünüyorum. Tavşan burnumla havayı kokluyorum bir yandan da, kaçacak delik arıyorum. Yok tabi!!! Tuvalet bile b.k içinde! Ailem beni kesinlikle o tornadan geçirmeye kararlı. Cemiyette yer edinmenin bir bedeli varmış, istikbalim için en doğrusu buymuş, neyse. Cemiyet de cemiyet olsa bari… Kötülük panayırı adeta! 

İlk sene. Oğlanların hormonları patlamamış henüz, dolayısıyla çocuksu oyunlar filan devam ediyor. ‘Beşlik meşlik, ebe sobe’ diye diye idare ediyorum. Farklılığım, lubunyalığım sızıntı vermeye başlamış ama kenardan kenardan “anan yahşi baban yahşi” diye diye götürüyorum. İkinci sene de bir kompozisyon yarışması kazanıyorum. Mülayim, hassas, romantik ve lubunsu kişiliğimi sanatın büyülü halesi altında gizleyerek bir seneyi daha öyle böyle geçiriyorum. Bu küçük sükse beni esirgiyor azcık. “O şair, yazar, içli biri, o yüzden böyle” diyor hocalar, büyükler filan. Beni korumaya çalışıyorlar kendilerince. Ya da ben öyle sanıyorum. 🙂   

Hani erkekliği geç gelişen, nerd, mülayim, tombiş ve çocuksu oğlanlar vardır her dönemde; boşluğu görüp kendime bu nerdlerin tatlış ve matrak ablası olma misyonunu biçiyorum. Yalnız kalamazsın yalnız kalan ölür! Öyle sert ve öğütücü bir ortam!

Emre adında bilgisayar nerd’ü, epey uzun, uyuşuk antisosyal bir oğlan, sonra kendisi de çizimler yapan fabrikatörün tombiş ve naif oğlu Selcan, çok yetenekli ama azınlık olmanın yükünü erken yaşta sırtlamış inek ve münzevi bir başka Ermeni oğlan. (Bu sonuncusu dahiydi gerçekten; en karmaşık piyano şarkılarını son hız çalar, harika çizimler yapardı. Hayko’cuğum… Benim prensim senmişsin, çok geç anladım!)

İşte ekip diye buna derim! Yavaş yavaş toparlıyorum. Kızlarla voleybol da oynar gibi oluyorum ama güç bela edindiğim bu yeni ekibim fena halde bozuluyor buna. Surat yapıyorlar, konuşmuyorlar benimle bir süre. Neyse, ben de bunlara bütün numaralarımı sergiliyorum tabii… Skeçler, taklitler, espriler, analizler, teoriler, geyikler, aman aman! Ayıptır söylemesi en sıkı geyikler, espriler filan bende. Hepimizin içindeki Kuşum Aydın’ı devreye sokuyorum. Lubunyayız sonuçta, sahnemiz iyidir. 🙂 Hatta o fabrikatörün oğlu benden biraz etkilenir gibi de oluyor. Yani beni başkalarından kıskanıyor, korur kollar gibi de yapıyor azmanlara karşı. Bin dereden su getirip ortamı kuruyor, bu nerd oğlanlardan müteşekkil ekibin içine yerleşiyorum. Canım çok sıkılıyor ama. Dediğim gibi o seksen kişiye mecbursun, bir şekilde aşık atmak zorundasın o ortamda. Tabii aslında benim sakladığımı sandığım her bir şeylerim, nevrozlarım, feminenliğim, lubunluğum, entelimsi, şairimsi, anarşikimsi naturam her bi yerimden sızıntı veriyor aslında, insanın hormonları filan da burnundan fışkırıyor zaten o yaşlarda. Ay ne yapsam bilemiyorum. Kendimi nasıl saydırsam, çok ağır olan dersleri nasıl halletsem, baskıcı idarenin nasıl gözüne batmasam, azman erkek çetelerinden nasıl sıyrılsam, filizlenen cinsel kimliğimi nasıl saklasam, nasıl açığa vursam, arkadaşlarımı nasıl elimde tutsam, elimi nereye koysam, kolumu nereye koysam filan falan diye diye nevrozlar içinde kavrularak Orta 2’ye geçiyorum bir şekilde.

Tabii bunlar en tatlı detaylar. Zor, buz gibi ve şeytansı bir ortam burası. Abartmıyorum asla! Kaç çocuğu harcadılar bir bilseniz! Okulu bırakanlar, intihar edenler, sınıfta kalanlar, evden kaçanlar, kurbanlaştırılanlar… Sırf bizim dönemden 15 kişi vardır toplam… Kışla, okul, mahalle, fabrika gibi öğütücü ortamlar da çok kasar beni zaten. Ben bulvar, meydan, cemiyet, dernek, balo severim. Neyse…

Orta 2’de bu bizim nerdlerin bir üst segmenti olan cici beylerin lideri önceden beni küçümserken, fabrikatörün oğlunu coşturduğumu, azdırdığımı filan görünce bana doğru hamle yapıyor. Sıra arkadaşlığı teklif ediyor. Valla arkadaşımı uçururum, mutlu ederim, bu konuda mütevazi olamıycam. Bizim Selcan’ı diğer sınıfa vermişler, zaten sipsivri ortalardayım. Ayıptır söylemesi o da CEO’nun bıdık oğlu, ismi Ümit. (ablanız bakın bu ortamları tepti filan dermişim. 🙂 Ancak bu yeni gruba dahil olmam için o fabrikatörün oğlunu bırakmamı istiyor. Çünkü bizimki de CEO’nun oğlu. Buraların prensi o, başka prens istemiyor. Üst orta sınıf kaprisler tabii, benim kafam basmaz. Eski kocamla yeni kocam beni paylaşamıyorlar triplerine girip, yeni gelin gibi kurumlanmaya başlıyorum. Halbuki Ümit Selcan’a gıcık oluyor, Selcan da dışarlıklı kalmamak için ısrar ediyor garibim. Hem ona kıyamadığım için hem de bu paylaşamama, arada kalma durumları kadınsal egolarımı gıdıkladığı için Selcan’la ayrılmamız üç ayı buluyor. Ümit resti çekince Selcan’cığımı arkamda bırakıp yeni ekibime adapte oluyorum. Bu Ümit’ten de hoşlanır gibiyim zaten. Bir de azıcık kafa dengi de sayılır bu Ümit; benim muhabbetlere de dili dönüyor azcık, benim havalardan da çalabiliyor, sıkılmıyorum onla, hatta güldürüyor bayağı beni. Sonuçta Allah affetsin Selcan’la biraz sıkılır gibiydim. Böyle soğuk Amerikan esprileriyle filan çok yükleme yapıyordu zaten bana. 

Biz evlenince tabii network’leri de birleştirdik. Bu Pamuk Prens Ümit’in grubuyla benim kırık dökük nerdler grubum birleşerek pıtırcıklar federasyonunu oluşturuyoruz. Azmanları dengeleyecek bir tampon bölge gibi burası. Bunalan bizde soluklanıyor. Ümit de sempatik çocuk Allah’ı var, azmanlardan o da hoşlanmıyor. Aynı kişilere gıcık oluyoruz. Benim kadar olmasa da onda da bir bölücülük, örgütçülük var. Burada da bel altı şakalar, sataşmalar filan var ama öyle böyle idare ediyorum. Nedense fazla üstüme gitmiyorlar. Ya da dozlar daha düşük buralarda. Yeni kocam Ümit’in yanında mutlu mesut götürüyorum. Bu sefer de bütün numaralarımı yeni kocam Ümit’e sergiliyorum tabii. O zor, zehirli ortamda kendime platonik duygulanmalar yaratıyorum. Yaratmak durumundayım, bu korkunç hapishaneyi aşk hormonuyla çekilir kılmak zorundayım. O sene sıra arkadaşım kimse ben onu kocam yapıp, romantik hazeyanlarımla kendimi eğliyorum. 

Şu kocaman grubun içinde fazla azıtmadan günleri geçir, mezun ol değil mi?  Yok ben artık büyüdüm, arkadaş grubum da var. Zaten mezun olacağım şimdi masayı devirme, oyunu bozma yüzleşme zamanı! Orta son gibi ben de duruşumu, anarşikliğimi, tarzımı kimliğimi filan patlatmaya karar veriyorum yeterince sivri ve asi değilmişim gibi! Rakibe, düşmana ne hacet, ben kendi kendimin en büyük sabote edicisiyim! 🙂 “Biraz da solculuktan yiyeyim dayakları” deyip Evrensel gazetesinin söylemlerini taşıyorum ortamlara. Aman aman! Sınıfta parmak kaldırıp doğudaki savaş suçlarından filan bahsediyorum. 98 yılı. Öküz dergisinden, Evrensel gazetesinden öğrendiğim kırık dökük bilgileri olur olmaz demeden saçıyorum ortalığa. Anane hırkalarım, ergen bilmişliğim, snopluğum, giderek sızıntı veren lubunluğum filan derken postmodern bir potpuri gibi geziniyorum ortalıkta… Kendimi 90’lar faşizminin önüne atıyorum armut gibi! 

Sonuçta bir ergenlik sendromu vardır klasik. “Kendini de sevmezsin, kimse seni sevmez, sen de kimseyi sevmezsin” diye özetleyebileceğimiz bu sendromu ekstremlerde yaşayarak ortaokul diplomamı zor bela almayı başarıyorum. 

Liseye güç bela kapağı atıyorum. Liseye geçerken ergenlikteki çiğliğimi, gereksiz sivriliklerimi filan törpülemeye, daha stratejik ilerlemeye karar veriyorum. Tabii ki de olmuyor. Orada da başka türlü sivrilikler, çıkıntılıklar, evden kaçışlar, neler neler. Başımdaki belalar yetmiyormuş gibi yenilerini çağırmaktan çekinmiyorum. Orayı da bilahare anlatırım.

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.

Author

Bir Cevap Yazın