Güvenlik ve Mağduriyet Çıkmazında Mülteci Erkekler

Geçtiğimiz aylarda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) güçlerinin Afganistan’ı hızlı bir şekilde terk etmesi ve Taliban’ın etki alanını genişletmesi sonucu Afganistan’dan Batı’ya yönelen göç dalgasında görülen artış ve göçmenlerin Türkiye sınırına ulaşması, ülkede aslında uzun süredir mültecileri hedef alan güvenlik söylemini yeniden alevlendirdi. Gerek ana akım gerekse sosyal medyada artan mülteci/göçmen karşıtlığı bir yandan güvenlikleştirilmiş ırkçı bir söylemle desteklenirken, bir yandan da gelen göçmenlerin büyük oranda erkek olması bir ahlaki paniğe yol açtı. Bu noktada ahlaki panik, bir kişi veya grubun içinde bulunduğu toplumun ahlak düzenini ve değerlerini tehdit ettiğine olan inanç olarak özetlenebilir. Ahlaki panik yaratmayı amaçlayan söylemler dünyanın farklı yerlerinde HIV/AIDS’ten tutun İslami terörizme kadar toplumda öteki olarak algınan insanların toplum sağlığı, güvenliği ve en önemlisi ahlak düzenine tehlike oluşturduğu konusunda bir panik ortamı yaratarak ötekileştirmeyi arttırmayı, hatta bu kişileri toplumdan soyutlamayı amaçlar. Türkiye’nin göç tarihine bakıldığında eski Sovyet Ülkelerinden gelen göçmen kadınların ‘nataşalaştırılması’ ve Türk erkeklerini karılarının ellerinden alacaklarına olan, ‘E Nataşa Nataşa godun bizi ataşa’ (Erkan Ocaklı) isimli türküde vücut bulmuş inanç bu ahlaki paniğe örnek olarak verilebilir. Özellikle göçmen/mülteci erkeklerin geldikleri Batılı ülkelerdeki toplum düzeni ve ahlakına uymayan bir toplumsal cinsiyet algısına sahip olduğu gibi bir özcü kültüralist inanış, uzun zamandır Avrupa ülkelerinde, şimdi de Türkiye’de yükselmekte. 

Bence bu konudaki en güzel, en çarpıcı örnek, çoğu kişinin problematik bulduğu Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo’nun Alan Kurdi karikatürü. 2015 yılında Almanya’nın Köln kentinde yılbaşı kutlamaları sırasında kadınların bir grup ‘göçmen görünümlü’ kişi tarafından tacize uğraması Avrupa’da göçmen/mülteci karşıtı ahlaki paniği en çok alevlendiren konulardan biri oldu. Polis şefine göre saldırganların Kuzey Afrika veya Arap ülkelerinden geldiği düşünülüyordu. Saldırganların kimliği bile bulunmadan, medya konuyu 2015’de Avrupa’nın kısa bir süre için değişen sınır politikalarıyla ve artan mülteci sayısıyla ilişkilendirdi. Böylelikle ‘Köln Saldırıları Almanya’nın Göçle İmtihanına Hazır Olmadığını Gösterdi’ veya ‘Yılbaşında Gerçekleşen Cinsel Saldırılar Almanya’da Mülteci Kriziyle İlgili Tartışmaları Alevlendirdi’ gibi manşetler medyada yerini buldu. Bu saldırıların daha genel bir ahlaki tehlikenin işareti olduğunu savunan gazeteci Katie Hopkins Dailymail’de yayımlanan haberinde konuyu şöyle ele aldı; 

“Köln’de yaşananlar Avrupa’nın heryerinde görülmekte olan senaryonun ufak bir örneğidir. Bu hikaye Calais, Almanya ve Fransa’da yinelenmiştir. Afrika ve Arap ülkelerinde cinsel şiddet bir normdur. Bazı İslamcı ve Arap erkeklere göre beyaz kadınlar hiçbir şeydir. (…) Bizi beyaz çöp olarak görüyorlar. Artık güvende değiliz. Bu göçmenler, başka bir devirde büyümüş, modern hayatla uyumsuz, kültürel saatli bombalardır.”

Bu örnekte olduğu gibi özellikle sağcı medyada göçmen/mülteci erkekler hegomonik ve kolonyal bir söylemle tehlikeli erkekliklerle, cinsel şiddetle, hatta çoğu zaman kendilerinin de mülteci olmasına neden olan İslami terörizmle ilişkilendirildi. Bu tip ırksallaştırılan Doğulu erkeğin fiziksel, toplumsal ve ahlaki bir tehlike olduğunu işaret eden söylemlerin, Türkiye’de de yakın zamanda gördüğümüz ‘kadınlarımız cinsel şiddet tehditi altında’, ‘göçmenlere toplumsal eşitlik eğitimi verilsin’ gibi özünde kolonyal ve oryantalist algıdan beslenen şekilde yeniden üretildiği açık. 

Gelelim Alan Kurdi konusuna. Birçoğumuzun bildiği gibi ailesiyle Türkiye’den Yunanistan’a geçmeye çalışırken bindikleri botun batması sonucu hayatını kaybeden Alan Kurdi’nin cansız bedeninin sahile vurmuş görüntüleri dünya çapında bir etki yaratarak, Avrupa’nın sınır ve göç politikalarının kısa bir sürelik de olsa yumuşamasına neden oldu. Özellikle mülteci kadın ve çocukların üzerinden yaratılan masumiyet ve mağduriyet söylemleri Alan’ın imgesinde vücut buldu sanki. Uluslararası toplum artık buna da sessiz kalamaz, üç maymunu oynayamazdı. Köln’de yaşanan taciz olayları sonrasında Charlie Hebdo’da yayımlanan karikatürde ‘Alan büyüseydi ne olurdu?’ diye soruldu ve cevap ‘Almanya’da milletin götünü avuçlardı’ idi*. Peki masumiyetin, vicdanın, empatinin sembolü Alan, nasıl oldu da bir tacizci oluverdi?

Ben bunun bir yandan toplumsal cinsiyet temelli mağdur/fail algısından, bir yandan da aslında bu temel üzerine kurulan ‘gerçek mültecilik’ algısından kaynaklandığını düşünüyorum. Batan gemiden en önce kadın ve çocuklar** kurtarılır. Savaştan en çok kadın ve çocuklar zarar görür. Hatta son dönemde gördüğümüz gibi Taliban’ın Afganistan’da yönetimi ele geçirmesinden en çok kadınlar ve çocukların etkileneceği düşünülmekte. İşte bu noktada sorulan soru ise, madem en çok kadın ve çocuklar zarar görüyor, o zaman neden Türkiye’ye gelen Afganlar büyük oranda genç erkekler oluyor. Elbette kadınlar ve çocuklar, özellikle kesişimsel bir grup olarak mülteci kadınlar ve çocuklar kırılgan bir gruptur, amacım bunun aksini iddia etmek değil. Bu nedenle özellikle yalnız kadınlar ve çocuklar, yani “bir erkeğin korumasından yoksun” ötekiler, koruma mekanizmalarının ve insani yardımın asıl hak eden öznesi olarak görülür. Fakat mağduriyetin ve kırılganlığın, kategorik olarak belli bir gruba atfedilmesi çoğu zaman bu kategoriye girmeyen kişilerin mağdur olmadığı, olamayacağı ön kabulünü getiriyor. Başka bir deyişle, özcü bir yaklaşımla sadece mülteci kadın ve çocukların mağdur olabileceğini kabul edip, bu kategoriye girmeyenlerin mağdur olmayacağı önyargısıyla yaklaştığımızda, hem hali hazırda var olan cinsiyet kimliği, cinsel yönelim, yaş, engellilik gibi farklı öznelliklere dayalı ayrımcılık ve dezavantajları görmezden geliyor, hem de çoğu zaman yeniden üretiyoruz. 

Bu görünmez kırılgan grupların başında belki de genç erkekler geliyor. Özellikle ırkçı/milliyetçi kanattan gelen ‘kadın ve çocukları anlıyorum fakat erkekler neden savaştan kaçıyor, ülkelerinde kalıp savaşsınlar’ söylemi en temel haklardan biri olarak sayılması gereken savaşmama hakkını yok sayıyor. Özellikle Suriye ve Afganistan gibi kimin kimle neden savaştığını çoğumuzun çözemediği bir bağlamda sivil erkeklerin silah altına alınmayı reddederek kendileri ve aileleri için güvenli bir yere gitme isteği korkaklık olarak adlandırılıyor. Yani mülteci erkekler aslında en temel milli görevleri olan ‘vatanı savunma’ mecburiyetlerini yerine getirmeyerek toplumsal cinsiyet rollerine uymuyor, erkekliklerini performe etmiyorlar. Bu nokta devamında değineceğim mülteci erkeklerin cinsel/ahlaki tehlike olarak algılanması ile birleşince nasıl da Batı tarafından kolonyal özne olan kahverengi/siyah erkeğin hem hiperseksüel hem efemine olarak tasvir edilmesine benziyor. Elbette kahverengi veya siyah erkeğin beyaz kadının namusuna tehdit oluşturması kolonyalizm literatüründen alışık olduğumuz bir olgu. 

Santos, Roque ve José Santos’a göre mülteci erkekler, yalnızca ülkelerini savunmaktan aciz korkaklar olarak değil, aynı zamanda geldikleri ülkelerde ekonomik, politik ve ahlaki olarak kontrol edilmesi, korkulması hatta toplumdan uzaklaştırılması gereken kişiler olarak görülüyorlar. Mülteci erkeklerin, özellikle Afganistan’dan gelen mülteci erkeklerin aslında gerçek mülteci değil, ülkede yasal bir statü kazanmak ve geldikleri ülkelerin sosyal devlet imkanlarından yararlanmak için mülteciymiş gibi yapan ekonomik göçmenler olduğuna dair genel bir inanış var. Türkiye’de de uzun bir süredir Afganistan’ın güvenli bir ülke olduğu ön kabulüyle Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Afganistanlı sığınmacıların mülteci başvurusunu kabul etmiyordu. Afganistanlı sığınmacıların Ankara’da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği önünde aylarca süren oturma eylemleri ise sonuçsuz kaldı. Mark Armstrong’un Euronews’daki haberine göre Taliban’ın etki alanının artmasına rağmen, içinde Yunanistan’ın da bulunduğu altı Avrupa Birliği ülkesi Afganistan’a zorunlu geri göndermeyi durdurmama isteklerini Avrupa Komisyonuna ilettiler. 

Türkiye’de yasal bir statüye sahip olamayan Afganistanlı göçmenlerin, ki bu diğer göçmenler için de geçerli, yasadışı çalıştırılması sonucu Türkiyelilerin işlerini çaldıkları ve maaşları düşürdükleri genel inanışının bedelini ise nasılsa gerekli yasal statüyü ve hakları sağlamayan devlet veya göçmen emeğini sömüren işverenler değil, gündelik ırkçılığın hayatlarının bir parçası haline geldiği göçmenlerin kendisi ödüyor. Mülteci ve göçmen erkekler emek piyasasındaki tabakalaşma nedeniyle Türkiyelilerin istemediği en ağır işlerde, çok az paraya, sosyal güvenliksiz çalıştırılıyorlar üstelik. Afganistan’ın güvenli bir ülke olmadığı artık kesinleşmişken, son dalgayla Türkiye sınırına gelen Afganistanlı sığınmacıların akıbetinin ne olacağı hala merak konusu. Hele ki gerek AKP gerekse ana muhalefet seçmeni mülteci karşıtlığı konusunda kenetlenmiş, hatta daha ileri giderek CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ‘Sınır Namustur’ gibi cinsiyetçi ve ahlakçı bir sloganla mülteci konusunu partinin ana politikalarından biri haline getirmişken. 

Bu yasal ve ekonomik güvensizliğe ek olarak, yakın zamanda gördüğümüz üzere özellikle erkek mülteciler geldikleri ülkelerdeki, aslında tam da onların mülteci olmasına neden olan IŞİD veya Taliban gibi İslami terör örgütleriyle ilişkilendiriliyorlar ve bir güvenlik sorunu olarak algılanıyorlar. Bu güvenlik sadece milli güvenlik değil, aynı zamanda kendini modern ve Batılı konumlandıran Türkiyeliler tarafından, ki bu kavramların göreceliliği durumu daha trajikomik hale getiriyor, bağnazlık, gericilik, patriyarkallık, kadın ve LGBTİ+ düşmanlığı ve böylece potansiyel ahlaki tehlike olarak algılanıyor. Bir kişinin veya grubun, ulus ve etnik kimliği ve kendilerine atfedilen kültürel normları gereği özcü bir şekilde tehlikeli, veya şiddete meyilli olduğu inancının safi ırkçılık olduğunun altını çizmekte fayda var. Bir de ırkçı ve üstenci ‘kadınları koruma’ söylemine bazı feminist hareketlerin ve öznelerin destek vermesi durumu iyice üzücü hale getiriyor. Hele ki aynı ‘kadınları koruma’ söyleminin Afganistan’ın, Irak’ın işgalini meşrulaştırmak için kullanıldığını hatırlandığımızda.  

Gerek savaşın ve şiddetin etkileri, yolculuğun zorluğu ve tehlikeleri, gerekse göçle değişen sosyal roller ve beklentiler, mülteci erkeklerin geldikleri ülkelerde yasal, ekonomik ve sosyal korumayı hak eden kırılgan bir grup olamayacağı inancını yıkmaya yetmiyor. Zorunlu göçün erkeklerin kendileri ve çevreleriyle olan ilişkilerine etkileri, özellikle yerinden edilmeyle çok genç yaşta aile reisi olma ve aileyi geçindirme baskısının artışı, ‘hayat yapma’ diye adlandırdıkları maddi ve manevi özgürleşmenin belirsiz bir gelecekte hapsolması gibi birçok olgu sadece “erkeklik krizi” gibi yetersiz bir çerçeveye indirgeniyor. Çünkü aslında mağduriyet ve kırılganlık duruma değil, kişinin kimliğine bağlı bir şekilde düşünülüyor ancak. 

İkili cinsiyet düzenine hapsolmuş mağdur veya fail olma anlayışı, güvenlikleştirilmiş ırkçı söylemlerle birleştiğinde sadece ‘erkek’ kimliğine, ki bu kimlikte herkesin cis ve heteroseksüel olduğu varsayılıyor, indirgenmiş mültecilerin ötekileştirilmesine, hatta şeytanlaştırılmasına zemin hazırlıyor. Afganistan’dan gelen son göç dalgasıyla bir kez daha gördüğümüz gibi, mülteci erkeklerin ülkelerinden kaçmalarına neden olan şiddetle ilişkilendirilmeleri, milliyetçi militarist söylemlerle savaşmama hakkının ‘korkaklık’ olarak görülmesi, geldikleri toplumun ahlak düzenine tehlike olarak algılanmaları ve içerisinde birçok kırılgan ve dezavantajlı grubu barındıran heterojen bir grup olarak görülmemesi mülteci/göçmen karşıtı söylem ve politikaları alevlendiriyor. Mülteci erkeklerin özcü bir yaklaşımla ‘tehlikeli erkekliklere’ indirgenmesi ise şiddet, ayrımcılık ve ötekileştirme deneyimlerini yok sayarak, bu kimlikler, öznellikler ve deneyimler üzerinden oluşturulacak dayanışma kanallarını kapatıyor. Bu noktada, özellikle Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye gelişinden beri LGBTİ+ hareketinin ve sivil toplumun iyisiyle kötüsüyle izlediği kapsayıcı politikanın herkese yol göstermesi gerektiğini düşünüyor, özellikle son yıllarda kapsayıcılık ve kesişimsellik tartışmalarıyla kendini dönüştürmeye çalışan oluşumların ve siyasetlerin Türkiye’nin sınır, göç ve mülteci koruma politikaları konusunda daha kararlı ve tutarlı bir tutum göstermesini, mültecilerle dayanışma pratiklerini arttırmasını umut ediyorum.

Notlar

Göçle ilgili güncel ve akademik haberleri Göç Araştırmaları Derneği (GAR) sitesinden ve sosyal medya hesaplarından takip edebilirsiniz. 

*Alan Kurdi’nin fotoğrafını ve Charlie Hebdo’nun karikatürünü tetikleyici olmaması adına paylaşmıyorum.

**Cynthia Enloe, cinsiyetlendirilmiş masum ve fail ilişkisi ile üzerinden masumiyetin yalnızca kadın ve çocuklarla ilişkilendirilmesini womenandchildren birleşik konsepti üzerinden açıklamaktadır.

İllüstrasyon: Zehra Nawab

Sponsored by the Rosa Luxemburg Stiftung with funds of the Federal Ministry for Economic Cooperation and Development of the Federal Republic of Germany. The content of the publication is the sole responsibility of Velvele and does not necessarily reflect the position of RLS.

Author

  • Meriç Çağlar

    Viyana’daki Orta Avrupa Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet bölümünde doktor adayı olan Meriç Çağlar, Türkiye’nin mülteci politikaları, zorunlu göç ve toplumsal cinsiyet alanlarında araştırmacı ve danışman olarak çalışmaktadır.

1 Comment

Bir Cevap Yazın