Neredeyse 10 senedir yerli sahnede olup bitenleri yakından takip ediyorum. Her senenin sonunda hem en sevdiğim şarkıları hem de en ilginç bulduğum albümleri yazıyorum. Türkiye’de müzikal anlamda çok fazla üretim var; kaliteli albüm de çok. Bu listede, en çok yeni bir söz söyleyebileceğimi düşündüğüm 12 albümü bir araya getirdim. Bu vesile ile okuyan herkese iyi yıllar dilerim.

12) Manifest – “Manifestival” (Hypers Music)
Manifest hakkında çok şey yazılıp çizildi ama bu yorumlar genellikle salt övgü şeklinde ilerledi veya mizojen hakaretler etrafında şekillendi. Gerçekten de 2000’lerdeki Hepsi’den bu yana Türkiye’nin ilk popüler kadın grubunun müziğini değerlendirenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az. Bu durum tamamen anlaşılmaz değil. Öyle bir gündemin içinde debeleniyoruz ki bir albümü, diziyi veya filmi tam anlamıyla sindirip değerlendirme şansımız olmadan onu savunmak (veya ona karşı hızlıca pozisyon almak) durumunda kalıyoruz. Şahsen, bu yönde hiçbir iddiası olmayan insanlar bile özgürlük savaşçısı ilan ediliyorlar.
Manifest’e hukuki düzlemde veya toplum nezdinde yapılan saldırıyı bir gazeteci olarak başka mecralarda ele almıştım; ancak burada mümkün olduğu kadar grubun müziğine odaklanmak istiyorum. Bunu objektif bir şekilde yapmak yine de zor çünkü grubun bazı şarkıları (özellikle Arıyo, KTS, Hayır ve Çıtır Kızlar cover’ı olan Yaşanacaksa) şimdiden klasikleşti bile. Adeta koca bir jenerasyonun marşı haline geldiler.
Peki bu nasıl oldu? Birçok faktör var: Big5 Türkiye yarışmasının yarattığı büyük sükse ve tabii ki Tolga Akış ve Hypers New Media’nın PR gücü ve sektördeki girl band açığını zekice tespit etmesi… Kadın düşmanı sözler yazmaktan imtina etmeyen, ne rap’i ne de arabeski tam anlamıyla özümseyen sözde arabesk-rapçilerin domine ettiği piyasada (LVBEL C5, Era7capone ve muadilleri), hem Türkçe pop’a hep de genç kadın sanatçılara bir özlem vardı. Ayrıca gruptaki altı kadının kendine özgü kişilikleri ve dans yetenekleri yadsınamaz.
Gruptaki vokal zayıflıktan şikayet etmek de klişe hâline geldi.. Belli ki onlar seçilirken vokalden çok dans ve imaj ön plandaydı ve bu durum elbette canlı performanslarda sıkıntı yaratabiliyor. Ancak albüme bir kayıt sanatı olarak bakarsak, bence her birinin sesi özgün renkleriyle birbirinden net olarak ayrılabiliyor.
Peki, şarkı üretim süreçlerine bakarsak bu bestelerin başarısının arkasında ne var? Ana akım pop müzik endüstriyel bir sanat formu. Yurtdışında da olduğu gibi kocaman ekipler bu şarkıları vokalistlere hazırlıyor, adeta bir seri üretim montaj hattı gibi. Yani asıl olay, doğru insanları bu üretime dahil etmek… Bir yıl bile geçmeden klasik hâline gelen Manifest şarkıları çoğunlukla Aisu, Aleyna Korkmaz, Sena Şahin ve Zeki Arkun gibi genç yeteneklerin kalemlerinden çıktı.
Bu sağlam ekibe rağmen albüm yine de biraz aceleye geldi bana kalırsa. Intro, outro ve cover şarkılarıyla birlikte albümün süresi 26 dakikayı zar zor geçiyor. Onları ve daha önce tekli olarak çıkan şarkıları da saymazsak toplam 11 parçalık albümün sadece 3 şarkısı yeni…
Manifest belli ki kültürel hayatımızın bir parçası artık ve iyi ki böyle diyorum. Grup geliştikçe ve yıpratıcı gündemlerden uzaklaştıkça, daha da iyi işlere imza atacaklarına eminim.

11) vicotüco – “Normal Yaşa ve Ortalama Bir Süre Zarfında Öl” (vicotüco)
Bu albümü dinlerken, Türkçe müzikte mizahın artık ne kadar nadir kullandığını düşündüm. Grubun aynı zamanda fantastik görsel/animasyon dünyasından sorumlu olan Sinanılmaz ve Mert Avcı’dan oluşan ikilinin parçalarındaki absürt komedi ve samimi alaycılık çok hoş. Bu tavır, Türkiye’den Asım Can Gündüz’ü ve doğal komik bir isim olarak Arif Susam’ı veya Amerika’dan yine 90’larda popüler olmuş Violent Femmes ve Marcy Playground gibi müzisyenleri akla getiriyor. Her şeyin hüzünlü ve duygusal olmasına gerek yok zaten. Neden şarkılarda gündelik hayatımızın her parçasından izler olmasın?
Albümde bu yaklaşımın birçok örneği var. Erenköy/Kazasker şarkısında, nispeten sakin Anadolu Yakası mahallelerinde “yaşamak göt ister” diyorlar, müstehzi bir gülümsemeyle. Migros adlı parçada ise (süpermarket bir şarkıya adını veriyor! Neden olmasın?) şu sorularla karşılaşıyoruz:
“Migros bize iyi gelecek mi?
Senelerdir terapi
Yok bir şey değişen
Her şey normale dönecek mi?”
Domestik sahneler ve 90’lar/erken 2000’ler orta-sınıf kent hayatı da oldukça yoğun hissediliyor albümde. Mesela Wowzy Trauzy Asuman Krauzy’da hem 1998 Miss Turkey Asuman Krause’ye gönderme var hem de televizyon etrafında toplanan bir ailenin yiyip içtiği pizzalara, hamburgerlere ve kolalara… Yine, 90’lardan aşina olduğumuz, aylak veya slacker bir karakterin ağzından şarkılar duyuyoruz. Örneğin Gözlüğüm Sahte Ama Aşkım Gerçek’te kahramanımız hiçbir şey yapamamaktan yakınıyor:
“İnsanlar bir şeyler peşindeyken / Benim hala çok uykum var.”
Albümün sound’u açısından da 90’lar referansları bol; daha doğrusu, yedi katmanlı ironinin içinde sürüklenen ve hayal meyal hatırlanan bir 90’lar bu, tıpkı günümüzün nostaljik sanatçıları Alex G veya Mac DeMarco’nun müziğinde olduğu gibi.Prodüktör koltuğunda Hav Hav!, Jakuzi veya Lin Pesto gibi gruplarla yaptığı başarılı çalışmalardan tanıdığımız Taner Yücel var; mastering ise kıdemli rockçı Görkem Karabudak’ın elinden çıkmış.
Albümle ilgili ufak bir şikâyetim çoğu şarkının önceden tekli olarak çıkması. Bundan dolayı da belli bir konsepte dayanan ve son derece bütünlüklü olan projenin, daha çok bir derlemeymiş hissi vermesi.

10) Siyah Tavşan – “Metropolites” (Ellipsis)
İsmini Alice Harikalar Diyarında romanlarından ilham alarak seçen Siyah Tavşan, 2017’den beri faaliyet gösteren İstanbul merkezli bir alternatif/progresif rock grubu. Metropolites ise Eski Yunancada “metropolis” yani büyük şehir ile yurttaş anlamına gelen “polites” sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor. Nitekim albümün konsepti, hayali bir kabus kentinde, Dante’nin İlahi Komedya’sındaki gibi cehennemin katlarından ağır ağır inen bir karakter etrafında gelişiyor. Şarkıların temaları da doğrudan yurttaşlık gibi kavramları sorguluyor; tıpkı Varoluş Vergisi şarkısındaki şu sözler gibi:
“Bu ülkede doğdun diye / Durduk yere bedel öde.”
Albüme adını veren Metropolites şarkısında ise ana karakterimiz devrimi düşlüyor:
“Yapay bir kentte yürürüm yapay dertlerle / Zincirler içinde bize bir çekiç lazım.”
Diğer taraftan şarkılar, kent martıları gibi referanslarla İstanbul’la birçok benzerlik taşıyor:
“Ayağım kayar, tüm semt yalpalar / Piyade martılar cesedimi taşıdılar.”
Hem Muse ve Deftones gibi yabancı gruplardan hem de Hardal, Çilekeş ve Nekropsi gibi Türkçe rock klasiklerinden ilham alan grup; davulda Metehan Aras, bas gitarda Emre Can Tekinel, solo gitarda Yezdan Köneş ve vokal/ritim gitar/klavyede Denizalp Şimşek’tan oluşuyor. Bu ekip, oldukça besleyici ve içinde kaybolabileceğiniz bir ses evreni yaratıyor.
Streaming platformlarının parametrelerine göre şarkıların gitgide kısaldığını hesaba katarsak, dört dakikalık şarkılar bile çoğumuza uzun geliyor artık. Kaldı ki Çekiç’te olduğu Plato’dan Marx’a kadar uzanan felsefi söylevler söz konusu. Çoğu müzisyenin artık entelektüel, estetik veya politik bir iddiasının kalmadığı bir çağda Siyah Tavşan’ın yaptıkları oldukça anlamlı arayışlara işaret ediyor.

9) Sren – “Başka Bir Hayat Mümkün” (Tamar Records)
“Eleştirmenlerin gözdesi” diye bir tabir var. Sren grubu için oldukça uygun bir ifade bu. Geçen yıl Roxy Müzik Günleri yarışmasında, daha yeni kurulmuş çiçeği burnunda bu grup; müzik yazarı Murat Beşer, müzisyen Özge Fışkın ve Moğollar’ın basçısı Taner Öngür’ün de yer aldığı bir jüri tarafından Jüri Özel Ödülü’ne layık bulunmuştu. Sren’in debut albümü bu yıl çıkınca, onu sosyal medyada paylaşanlar arasında Harun Tekin de vardı. Herhâlde mor ve ötesi’nin onayı kadar geçer akçe çok az şey vardır Türkçe rock dünyasında.
Peki, nasıl oldu da bu yeni grup bu kadar kısa sürede böylesine takdir topladı? İcra ettikleri müzik -shoegaze- Türkiye’de oldukça niş bir tarz olmasına rağmen (onlardan önce Astrovelvet ve Sunset Stream gibi iyi gruplar da çıkmıştı), Sren’in müziğe profesyonel yaklaşımının yanı sıra, imajdan sözlere kadar yarattıkları somut ve keskin evrenin ve benimsedikleri bazı müzikal trendlerinin yurt dışında yeniden görünür hâle gelmesinin onlara elverişli bir ortam sağladığını düşünüyorum.
Shoegaze denen janra, My Bloody Valentine ve Slowdive gibi grupların 1990’ların başında çıkardığı albümlerin etrafında şekillendi. Bugünlerde de Wisp ve quannic gibi ekipler bu müzik tarzını yeniden yaşatıyor. Sren, hem o klasik gruplar hem de onları takip edenlerle benzer bir formül kullanıyor: Kırılgan, nefes nefese vokaller ve adeta gürültü duvarı gibi bir altyapı.
Bu anlamda Öykü Birce Boyoğlu’nun hem narin hem güçlü sesi ile katmanlı gitarlar (Kaan Bilgin), melodik bas yürüyüşleriyle atmosferik synth’ler (Mert Berkay Sarç) ve bazen trip-hop bazen de nu metali çağrıştıran davullar (Ozan Köseoğlu) arasında hoş bir kontrast yakalanıyor. Diğer yandan, Sren’in yaptığı müzik ne kadar ezoterik olursa olsun, grup üyeleri hem pop besteciliğinin bel kemiği olan melodiden iyi anlıyorlar (albümdeki Uykusuz şarkısı bunun iyi bir örneği) hem de yerli dinleyiciyi de içine alabilen şarkılar yazıyorlar (Yalnızız’daki Tool’vari bas introsunu saymazsak bu parça pekala bir Sakin şarkısı olabilir).
Son olarak, çoğu bağımsız grup Kendin Yap (DIY) ilkesine göre hareket ettiği için ses konusunda profesyonel bir kayıt kalitesini yakalamakta zorlanırken, Sren’in mix için ses mühendisi Alp Turaç gibi işinin ehli insanlarla çalışması olası bütün pürüzlerin önüne geçmiş.

8) Selût – “Değerlim’in Hikayesi” (Tarla Records)
2021 senesinde Selût mahlasını kullanan bir sanatçı, şarkı formunda bir bombayı patlatıp adeta yok oldu. O bombanın ismi Sahiden’di. Ansızın gelen bu şarkı, yalın ve organik düzenlemesiyle ve su gibi berrak ve kırılgan vokaliyle, kağıt üstünde klişe bile durabilecek “Sahiden istedin mi beni?” gibi sözleri adeta modern bir ağıta çevirdi.
Bu müzisyen nereden çıktı, üretimlerinin devamı gelecek mi, bir hayal evreninden ok gibi fırlayan o kapak illüstrasyonunu kim yaptı? Bu tür soruların cevabını ancak bir sene sonra, ikinci ve ardından gelen üçüncü şarkısı çıkınca almaya başlayabildik. 2025’e doğru ileri sardığımız zaman resim biraz daha netleşiyor; ancak Selût hala gizemli bir karakter. Hatta eski teklilerini de toplayan ilk albümü Değerlim’in Hikayesi’nin lansman konserinde seyirci ile sanatçı arasında fiziksel olarak bir perde duruyordu gerçekten: oraya Selût’ün alter egosu olan, Engin Erkan ile birlikte yarattığı dev dijital animatronik kız HoloGIRL’ün yüzü yansıtılıyordu.
Müzisyen ve illüstratör olarak Selût personası ne kadar gizemliyse, şarkı sözleri de bir o kadar yalın ve dürüst.
Mesela Evdekiler, genç bir kadının bağımsızlık savaşını sahneliyor:
“Ne suç işlemişim ki bu kadar, uçurmadınız beni /
Ama kırdım ben o kafesin tellerini, düşünmeden.”
Nazan Öncel’den bu yana Türk aile yapısını en doğru şekilde yeren ve onun karanlık yüzünü ortaya seren beste olabilir bu. “Ne çektiysem / Size olan aşkımdan / Sustuysam saygımdan” diyor şarkının bir yerinde; sonra da gecenin perdesinin arkasından özgürlüğünü kazanmaya başladığını duyuruyor:
“Sizler uyurken ben / Ben yaşadım.”
Bu güçlü anlatı yeteneği Dünün Kokusu şarkısında da hissediliyor. Orada, yine başka birinin kaleminden çıksa yavan olabilecek bir konu -tek gecelik bir ilişki- bir sinema filminin ağırlığını kazanıyor. Hikâye anlatıcılığı ve ses yeteneğinin ötesinde, albümde çalan müzisyenlerin yakaladığı sound da değinilmeyi hak ediyor.
Güneş Akyüre’nin prodüksiyonu, tüm enstrümanların ham ve doğal tınılarını ustaca korurken; İpek Ektaş (gitar), Saliha Turan (synth ve keman), Danae Palaka (davul) -ve artık sahnede Deniz Tekin (bas)- yer yer caza çalan bir doğaçlama ruhunu, yer yer ise pop punk tavrını yansıtıyor.

7) Mojave – “Kandırma Kendini” (NO5 Records)
Yıldırım fırtınası. Atom bombası. Yüksek voltaj. Elektrik çarpması. Bu grubun canlı enerjisini yazıya aktarmak için aklıma gelen ve havalı olduklarını düşündüğüm benzetmelerin tümü birer klişeden fazlası olmayacak. Ama gerçekten de son yıllarda yerli sahnede şahit olduğum en iyi performanslarından biri Mojave’ninki.
Neyse ki sadece benim metaforlarımı referans almanıza gerek yok; çünkü grubun ilk albümü Kandırma Kendini özellikle bu dinamik sahne enerjisini yakalamak için tasarlanmış, Kadıköy’deki Stüdyo No:5’te Ozan Çanak tarafından hücum kayıt tekniği ile kaydedilmiş bir proje. Yine de Beklerim gibi şarkılarda, davul ve bas sesiyle daha ilk saniyede yüzünüze vuran bir sertlikle karşılaşıyorsunuz.
Can Doğu Baykan, Ege Soydan, Enes Cihan Güvenç ve Uluç Beykoz’dan oluşan grup, Türkçe rock’ta yeni jenerasyonun bayrak taşıyıcıları. Yangın gibi gruplarla birlikte Mojave, bu janranın son sürümünü temsil ediyor. Ne Duman/mor ve ötesi nostaljisi var bu nesilde, ne Pinhani/Vega hüznü, ne de Dolu Kadehi Ters Tut/Adamlar tarzı bir teatrallik… Şarkıları sert, kısa ve öfkeli.
Sound olarak tam anlamıyla punk olmasa da Enes Cihan’ın vokalindeki alaycı tavır, John Lydon’unkinin adeta uzaktan akrabası. Nasıl ki Lydon, Sex Pistols’un meşhur şarkısında “We’re pretty a-pretty vacant” dizesini içindeki tüm nefretle eğip büküyorsa, Bunların Hepsi Heves’te Enes Cihan da “Benim dünyam, sözüme güvenme” deyince yüzündeki saldırgan gülümsemeyi görür gibi oluyoruz.
Müziğe gelince, punk değil de post-punk, bu grubun en büyük ilham kaynağı. Mojave, Türkçe rock’ı tam da Fontaines D.C ve IDLES gibi grupların popüler olabildiği bu çağa taşırken, özellikle akılda kalıcı gitar riff’lerinde bu coğrafyadan çıkan kendine özgü bir melodik anlayış da hissediliyor.

6) Lin Pesto – “KABUL” (Lin Pesto)
Birçoğunuz gibi Lin Pesto’yu ilk kez 2017 yılında YouTube’a yüklediği lo-fi synth-pop Bülent Ersoy ve Mustafa Sandal coverlarıyla keşfetmiştim. Sonrasında kendi besteleri olan Bir Düşün ve Yazlık gibi şarkılar indie dinleyicisi tarafından benimsenip popülerleşmesine rağmen, Lin Pesto sanki hepimizin kişisel keşfi gibi kaldı akıllarda. 2019’da çıkardığı 6 şarkılık EP’si SON’daki duygusal sözler bu hissi daha da güçlendirdi.
Mitski gibi sanatçılara benzer şekilde, ne kadar popüler olursa olsun Lin Pesto da sanki ruhunuzdaki kırılganlıkları görüp bir tek size sesleniyormuş gibi hissettiriyor. Tam da bu yüzden, ilk uzunçaları KABUL çıktıktan sonra onu nihayet canlı dinlemek benim için oldukça duygusal bir deneyim oldu. Hayattaki zor ve pek konuşulmayan duyguları anlatan, çoğunlukla da yalnız dinlenen bir müzik bu. O yüzden bir mekânda toplanıp bu şarkıları hep bir ağızdan söylemek, yalnızlıklarımızı birleştirmek gibi bir şeydi.
Lin Pesto’nun maske takarak anonim kalan bir sanatçı olması da “hepimizden biri” ya da “hepimiz oyuz” dedirten o duyguyu pekiştiren bir detay. Bu yeni albümde de estetik çizgisine sadık: Pet Shop Boys gibi 80’lerin synth pop tarzına veya Beach House gibi günümüzün dream pop sanatçılarına göz kırpıyor. Sözler ise tam da aşırı kişisel oldukları hâlde, hepimiz adına söyleniyormuş gibi hissettiriyor.
Mesela Keşke şarkısında “Keşke daha güzel olsam / Kendime katlanabilirdim” ya da “Keşke yine çocuk olsam / Hayaller kurabilirdim” gibi herkesin özdeşim kurabileceği temenniler duyuyoruz. Aynı şekilde Sadece Sevilmek İstedim’deki kaçıngan utangaçlık, hepimizin arada bir yaşadığı o zor anlara ortaklık ediyor:
“Eve gitmem gerek, her yerdeyim / Camdan fanusumda görünmezim.”

5) Simge – “Anlatasım Var” (DMC)
Yaşadığımız yüzyılın ilk çeyreğine geri dönüp baktığımız zaman, Simge’nin Ben Bazen albümü Türkçe popun modern başyapıtlarından biri olarak karşımıza çıkacak. O albümden Aşkın Olayım, sonradan büyük bir hit haline gelse de en başından beri gerçek pop gurmelerinin gönlünde taht kuran bir parçaydı. Herkesin diline pelesenk olmuş Üzülmedin mi? ve Ben Bazen şarkıları da öyle…
Bundan tam yedi sene sonra, artık albümün bir format olarak ticari önemini büyük ölçüde yitirdiği bir devirde, Simge tam 14 şarkılık bir projeye imza atarak modern klasik statüsünü sağlama alıyor. “Klasik” diyorum çünkü çoğunlukla kendi bestelerini yazmayıp da kariyerini vokalist olarak sürdüren bir pop sanatçısı o, tıpkı zamanında Ajda Pekkan veya Nilüfer’in yaptığı gibi… Diğer yandan da modern, çünkü Simge, sound’unu her daim güncel tutmayı başarıyor.
“Kendi şarkılarını yazmıyor” dedim ama kimse onu sadece bir aracı veya basitçe icracı zannetmesin. Zira ana akım pop dünyasında bir şarkıcı -eğer işini doğru düzgün yapıyorsa- adeta bir kreatif direktör gibi çalışır. Beste ve düzenlemeler için piyasadaki en yaratıcı isimleri görevlendirir, çıkan şarkıları kendi kişisel beğenisi ve vizyoner bakışı doğrultusunda yeniden şekillendirir. Nitekim Simge de o billur vokalinin yanı sıra, gerçek yetenekleri yanına çekmeyi de çok iyi bilen biri.
Uzun süredir birlikte çalıştığı prodüktör Ozan Bayraşa, bu albüm için Bir Şeyin Olayım bestesini ona armağan eden Sezen Aksu veya daha önce Aşkın Olayım’ı da yazmış olan Onur Özdemir bir yana, projede birçok genç ismi de görüyoruz. Bana göre albümün zirvesi olan Mutlu Bir Son mesela: Alternatif pop sanatçısı Mert Çodur tarafından yazılıp bestelenen bu şarkının prodüktör koltuğunda ise Aisu gibi deneysel isimlerle çalışan Kerem Akdağ var. Benzer şekilde, 90’ların erotik pop şarkılarını hatırlatan Teni Tenime’de, trap ve drill tarzlarında müzik yapan prodüktör GOKO! yer alıyor.
Ekip böyle olunca da gerçekten 7’den 70’e (TikTok’çulardan klasik pop müziğe gönül vermiş eski tüfeklere kadar) herkesin keyif alabildiği, dört başı mamur bir pop albümü ortaya çıkıyor.

4) heryol – “heryol” (Yes U!, Universal Music Türkiye)
2025 yılı, heryol grubunun hepimizi hazırlıksız yakaladığı bir sene oldu. Nasıl oldu da daha geçen sene sessiz sedasız kurulan, birlikte bir odada canlı prova bile yapmadan hemen eve kapanıp albüm yapan bir grup bu kadar olgun bir işe imza atabildi? Hikâye, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden Alp, Ensar ve Yavuz’un bir araya gelip bir albüm kaydetmeye karar vermesiyle başlamış.
Günümüzde genç müzisyenlerin çoğu önce tekliler çıkarıp mümkün olduğu kadar canlı konser vermeye çalışır, ancak çok daha sonra albüme yönelirler (hatta bazen de hiç yönelmezler bile). Oysa bu arkadaşlar, The Beatles’ın albümleriyle büyüyen, The Strokes ve Tame Impala ile müzik zevklerini pekiştiren ve bir sanat formu olarak albümün önemini kavramış olan insanlar. Tuğçe Yapıcı’nın grupla yaptığı röportajda bahsi geçen bütün bu ilham kaynaklarının arasında en önemlisi şüphesiz Radiohead.
Albüm boyunca Alp’in gitardaki pedal efektlerinden Ensar’ın hüzünlü falseto sesine, ve Yavuz’un şarkıları sırtında taşıyan bas gitarından tutun da başlangıç noktasıyla bitiş çizgisinin tamamen farklı olduğu dolambaçlı şarkı yapılarına kadar pek çok noktada bu etki yoğun bir şekilde hissediliyor.
Thom Yorke ve arkadaşlarının her biri ayrı fiyasko politik açıklamalarıyla herkesi çileden çıkardığı bu dönemde, heryol hepimizin sanatsal, cazvari ve doğaçlamalı rock ihtiyacını karşılayabilir.
Grup, kendi deyimiyle “Sufi bedroom art rock” tarzında müzik yapıyor. Gitar sololarıyla insanı sanki uzaya ışınlayan sakin şarkısını veya gürültü ve huzur arasındaki dengeyi deneyimlediğimiz çamlık’ı dinleyince bu tanımın ne kadar doğru olduğunu siz de fark edeceksiniz.

3) Dilan Balkay – “Tavşan Uykusu” (SMF)
Başta Dolu Kadehi Ters Tut olmak üzere, yerli alternatif müzik sahnesinden pek çok isme (Sedef Sebüktekin ve Can Ozan gibi) trompetiyle eşlik eden; aynı zamanda önemli bir şarkı yazarı ve besteci olan Dilan Balkay’ın ikinci albümü, sahip olduğu bütün bu kimlikleri bir araya getiriyor. 2021’de çıkan ilk solo albümü KUYU’yu dinlediğimde, hem sesinin hem de kaleminin ne kadar güçlü olduğunu fark etmiştim. Bu yeni albümde de artık onun alametifarikası hâline gelmiş olan edebi şarkı sözlerine şahit oluyoruz.
Şarkılarda camlar buğulanıyor, güneş altında tenlerimizin rengi şeftaliye dönüyor, yüce dağların yamaçlarına akşam çöküyor, otlar kıpırtısız vadilere uzanıyor. Doğada bedenler ve duygular iç içe; o yüzden sözlerde en çok insanın kendisiyle olan mücadelesine ve kendinden şüphe etmesi gibi temalara odaklanılıyor. Ancak bu ikinci albümde daha da olgun, kendi dertleriyle dalga geçebilen bir kişilik görüyoruz.
Mesela depresyonun oldukça etkileyici bir tasviri olarak “İki kol iki omuz / hepsini taşıyamam” gibi sözler kullanılırken, Nerde Ne Var şarkısının sonunda aynı nakaratı bir çizgi film karakterini andıran bir ses efektiyle tekrar duyuyoruz.
Müzik olarak da etkili, özenle düzenlemiş parçalar var karşımızda: hem caz ve akustik tınılar hem de elektronik ve daha sert dokular… Yüce Akın, Can Güngör, Bahadır Kartal, Berke Köymen, Paptircem ve Utku İnan gibi yerli indie sahnesinin en önemli isimleri sanatçıya eşlik ediyor. Prodüksiyonda Şener Engin’in ve Dilan’ın kendi imzası varken, mikste Ufuk Kevser’in etkisi hissediliyor. Paranoya ve Ekim Düşü gibi derin ve çok katmanlı şarkılar Türkiye’de ne kadar kaliteli müzik yapılabildiği gerçeğini adeta gözler önüne seriyor.

2) Gökçe Coşkun – “Bir Ada” (Vana Papa Records)
Bir Ada güneşin doğuşuyla başlayıp bütün bir günün seyrini takip ediyor. Bu albümün kulaklarımla buluşmasını bir feribot yolculuğuna saklamış ve açılış parçası Sabahın 5’ini Gökçeada’ya giderken dinlemiştim. Ege Denizi’ne ve uzaktaki Samothraki adasına bakarken bu kararımın ne kadar doğru olduğunu düşünmüştüm. Özellikle açılış parçasında dramatik tansiyonu tırmandıran yaylıları (viyola, çello ve keman) dinlerken, bir yol filminin fon müziğine eşlik ediyor gibi hissettim.
Başından beri Gökçe Coşkun’un şarkılarında doğayla, özellikle de suyla yakın bir ilişki var zaten. Çanakkale’nin bir köyündeki bir kolektifte yaşadığı dönemden gelen şarkılarında da bu böyleydi; Büyükada-Heybeliada ekseninde veya bir vapur güvertesinde yazdığı bu yeni albümün şarkılarında da öyle… Şarkılarında bazen de karşı kıyılara bakarız; tıpkı mübadelenin ve savaşın yol açtığı tahribatları konu alan, o buruk Bu Bizim Çaresizliğimiz Yorgo parçasında olduğu gibi…
Böyle politik referansların yanı sıra, albümdeki ada konsepti kanımca kendinle barışmak gibi temalara değiniyor. Nasıl ki bir adadan ancak hava şartları izin verirse ayrılabiliyorsak, kendimizden de ancak bir yere kadar uzaklaşabiliyoruz. Mahsur kalmak (kendimize veya bir yere) sabır ve kabulleniş anlamına da geliyor. Coşkun bu albümün hissini “ayakları yere basan bir melankoli” olarak tanımlıyor. Adaların, denizlerin ortasında ama ayaklarımızı yere bastığımız kara parçaları olduklarını düşününce tarif ettiği his daha da anlamlı oluyor..
Bu şarkılardaki olgunluk sadece sözlerde değil, müzikte ve her şeyden önce Coşkun’un sesinde hissediliyor. Sesi daha kalın; hayatın getirdiği hüzünlerin ve mutlulukların izlerini taşıyor sanki. Umut Burkay Coşkun ve Berkay Küçükbaşlar’ın yaptığı aranjmanlar da bu derinliği pekiştiriyor. Küçükbaşlar (Taner Yücel ile birlikte) geçen senenin en iyi albümü olarak seçtiğim, Nilipek’in Uydurduğumuz Oyunlarla albümünün de ekibindeydi.
Orada fark ettiğim bir tekniği bu albümde de gözlemledim: Parçalar, birer sarmal gibi basit bir riff ile başlarken diğer partisyonlar onun etrafında gelişiyor ve çeşitleniyor. Başka bir deyişle, şarkıların başladığı ve bittiği yerler aynı değil. Bu benzerlik tesadüf değil; zira Küçükbaşlar ve Yücel dışında, bu albümdeki Sanrı şarkısının düzenlemesi Nilipek’in imzası taşıyor.
Bunun dışında, yerli sahnenin birçok önemli isminin (Can Aydınoğlu, Çağlar Fidan, Emre Malikler, Ozan Tekin) de bu albümde bir dokunuşu var. Ayrıca yepyeni bir isim de var karşımızda: hem kendi solo projesiyle hem de diğer grubu heryol ile bu sene radarıma giren, Gökçe Coşkun’un grubunda gitar çalan yetenekli genç müzisyen Eyüp Yavuz Mercan.

1) Aleyna Tilki – “Kırlar” (DMC & Warner Music Group)
Aleyna Tilki gibi ana akım bir pop yıldızının böyle alternatif bir albüm çıkarabilmesi başlı başına bir mucize. Plak şirketine bu projeden ilk bahsettiği toplantı odasının dili olsa da konuşsa keşke. Onları ikna etmeye çalışırken kim bilir ne zorluklarla karşılaşmıştır. Sen Olsan Bari gibi bangır bangır dans hitleriyle ünlü olmuş birinin rock, darkwave ve hatta hardcore punk tarzında bir uzunçalar çıkarmasının ticari açıdan ne kadar riskli olduğunu öngörmek için pazarlama dehası olmamıza gerek yok.
Ama Aleyna yolundan sapmamış; şirketini böyle bir yaratıcı albüm konsepti konusunda bir şekilde ikna etmiş ve en önemlisi, hayran kitlesinin de bu tür bir deneyselliğe hazır olduğunu ispatlamış oldu. Sonuç olarak, yerli sahnenin son yıllardaki en ilginç deneylerinden biri var karşımızda.
Aleyna artık “sen olsan bari” diyen, azla yetinen o kız olmaktan çıkıp Bekleyenim şarkısındaki gibi “sen olmasan da olur” diyerek yalnızlığı bile göze alabilen bir kadına dönüştü. Bekleyenim, bu albümün ana temalarından biri olan bağımsızlığı özellikle vurguluyor zaten. Bu parçada toksik bir partnere, olmayan/hayalet bir baba figürüne veya tümden müzik endüstrisine sesleniyor olabilir: “Hiç girmedim ki ben o kalabalıklara / İzlediler uzaktan, seçtim hep uyanmayı / Yalnız başıma.”
Müzikal açıdan da albüm bağımsızlık bayrağını dalgalandırıyor. On yıldır pop yapan Aleyna Tilki, bu albümde, çoğu büyük ismi tek bir tarza hapseden müzik piyasasının beklentilerini altüst ediyor. Açıkçası son zamanlarda rock müziğe dümen kıracağının sinyallerini vermeye başlamıştı. Yine de evet, “Kırlar” birçok insanın beklediği gibi düz bir rock albümü değil; ama şarkıların içine girdikçe bunun çok daha isabetli bir karar olduğuna kanaat getirdim.
Zira Kırlar, rock’tan çok daha fazlasını sunuyor bize: synthpop, trap, arabesk pop, trip-hop ve hatta emocore öğeleri içeriyor. Bütün bunları bir araya getiren şey ise Aleyna’nın kendi sanatsal vizyonu ve beğenisi. Yoksa drum machine ve synth’leriyle Jakuzi grubunu hatırlatan Bitti şarkısı ile İspanyolca sözler üzerine sörf rock tarzı elektro gitar ve davul zurnaların kullanıldığı, Moro La Flor düeti Uzay’ın aynı albümde olması kağıt üstünde hiç mantıklı değil.
Ancak albümün en şaşırtıcı hamlesi son şarkıya saklanmış. Aleyna’nın punk müzisyeni Parham A.G ile imza attığı Uçurtma (şarkının prodüktörlüğü ve aynı zamanda arkadaki sert vokalleri de Parham’a ait) hardcore punk ve Türkçe pop’un kesiştiği nadir şarkılardan biri ve dolayısıyla bu ülkenin müzik tarihinde de önemli bir özgünlüğe sahip.
Editör: Bawer
Katkılarından dolayı İrem Yıldırım’a teşekkürler