Yiğit Karaahmet Cannes ve ABD yolcusu romanı Deniz Ne Kadar Güzel’i anlatıyor: “Lubunyalığın sadece kederle anılmasını istemiyorum”

Yiğit Karaahmet gazeteci olarak yıllardır takip ettiğim, kıvrak zekasına hayranlık duyduğum, bazen katlanılmaz bulduğum, bazen anlamakta zorlandığım, bazen neden şimdi onu dedi ki diye söylendiğim; türlü türlü lubunyayı bağrına basmış, bazılarını yutmuş, bazılarına yepyeni hayatlar sunmuş o pırıltılı çöplükte açan çiçeklerden biri olarak hayatımın son 15 yılında bir şekilde var oldu. Hiç buluşup bir şeyler içmedik ancak yollarımız illaki kesişti; bazen bir partide kahkahalarla dedikodu yaptık, bazen İstiklal’de uzaktan soğuk bir selamla birbirimizi geçiştirdik, bazen eylemlerde yan yana coşkulu sloganlar attık, bazen çevrimiçi platformlarda dertleştik. Tüm bu zaman diliminde, bir gün onun yazıp benim çok seveceğim bir roman için söyleşeceğimizi hiç düşünmemiştim. Hayat ve lubunyalar sürprizlerle dolu, bu da oldu.

Yiğit Karaahmet imzalı Deniz Ne Kadar Güzel genel olarak Türkçe edebiyatın, ama özellikle de queer ve polisiye türlerinin son yıllardaki en heyecan verici romanlarından biri bana göre. Nefesimi tutarak bir solukta okudum ve hem queer edebiyat adına hem de yazar olma hayali kuran genç LGBTİ+’lar adına heyecan duydum. Romanı bitirip biraz demlenmeye bıraktıktan sonra da Yiğit’e sorularımı yolladım ve yanıtlarıyla aşağıda okuyacağınız söyleşi ortaya çıktı.

Kitabı okumayanların içi rahat olsun, söyleşi herhangi bir spoiler içermiyor ve su soğuk ama girince alışıyorsunuz.

Sorularıma en güncel güzel haberle başlayalım istiyorum. 6.45 Yayınları’ndan çıkan Deniz Ne Kadar Güzel Cannes Film Festivali’nin bu yılki Shoot the Book seçkisine seçildi. Muhteşem bir haber! Gönülden tebrik ederim. Bu seçkiyi ilk kez duyan okuyucularımız için biraz anlatır mısın nedir, neden önemlidir? 

Aslında en güncel güzel haber bu değil. En güncel güzel haber romanımın İngilizce haklarının geçtiğimiz hafta New York’taki Soho Press yayınlarına satılması, ödüllü bir çevirmen tarafından çevirilerek ve tahminen 2024 yılında dünya pazarına Amerika’dan çıkacak olması. Daha yeni imzaladık, o yüzden duyurmaya fırsat olmadı hadi buradan ilk kez söylemiş olayım.

Shoot the Book’a gelirsek de bu seçki Cannes Film Festivali kapsamında sektörün talepleri doğrultusunda bu yıl onuncusu yapılan bir bölüm. Tüm dünyadan film uyarlaması için yüksek potansiyel barındıran kitaplar ajansları aracılığıyla başvuruyor. Jüri bu başvuruları önce 30 kitaplık bir short list’e indiriyor sonra da bunlar arasından 10 kitabı seçerek (bu yıl 12 kitap var) temsilcilerini Cannes’a davet ediyor. Festival kapsamında da iki gün boyunca temsilciler kitabı tanıtıyor, potansiyelini anlatıyor, bağlantılar kuruluyor ve festivale katılan ve ilgilenen yapımcılarla, proje arayanlarla, uyarlamak isteyenlerle birebir görüşmeler ayarlanıyor. Yani aslında özetle dünya film marketine arkasına Cannes desteğini alarak açılıyor. Yani güzel bir şey 🙂

Peki, bu seçkide kendi romanının yer alması ve seçkiye giren ilk Türkiyeli yazar olmak, ve bu Türkiyeli yazarın da bir lubunya olması sana neler hissettiriyor?

Tabii ki her şeyden önce çok mutluyum. Short list haberi bile bana yeterken hiç tahmin etmediğim bir şey oldu ve finale seçildi. O yüzden de şaşkınım biraz. Türkiyeli bir yazar ve yazarın lubunya olmasından da ziyade romanın lubunya olması ve bunun ülkenin lubunyalara uyguladığı tarihindeki en faşizan baskı döneminde gerçekleşmesi daha gurur verici. Çünkü ben her hücresiyle bir lubunya roman yazmak istemiştim ve tüm süreç boyunca da mücadelem bu oldu. Türkiye’de neredeyse her şey, her iş ahbap çavuş ilişkisiyle, hemşericilik kasvetiyle falan yürüyor. Günün sonunda bu olaya Cannes Film Festivali mensubu, işinde iyi olduklarını tahmin ettiğimiz bağımsız bir jüri, kimin kim olduğundan haberi olmayıp sadece işin niteliğine bakan insanlar karar veriyor. Böylece bu Türkiye’deki basım macerası sırasında biraz hor görüldüğünü düşündüğüm romanıma olabilecek tüm kabalıkta davranan yayınevlerinin, içeriğine garip müdahaleler yapmak isteyen karanlık editörlerin, saçma sapan gerekçelerle çok uzun süre basmayarak beni ‘acaba olmadı mı ya?’ diye karamsarlığa düşürenlerin, basıldıktan sonra tanıtmama izin vermeyen, görmemeye çalışan, okuruna ulaşmasını engelleyen kültür sanat hayatına çökmüş o aslında hiçbir işe yaramayıp senelerdir koltuk işgal edenlerin hepsinin kararını ve fikrini çöpe atıyor. Günün sonunda ben haklı çıkıyorum. Ve evet lubunya romanım sadece ulaşmayı başarabildiği sayıları da epey fazla olan okurlarının sayesinde Cannes’a seçildi. Mutlu ve gururluyum haliyle.

Filme daha sonra döneceğiz diyerek buraya bir virgül koyuyor ve en başa, romanı yazmaya karar verdiğin günlere dönelim istiyorum. 20 yılı aşkın süredir gazetecisin, köşeler yazdın, dedikodu yazdın, siyaset bile yazdın… Kurgu bir roman yazmaya nasıl karar verdin? Ve bu neden bir suç/polisiye romanı oldu? (Suç/polisiye romanlarının queer karakterlere sıklıkla rastladığımız bir janra ve ana akım edebiyatın aksine, queer karakterlere sadece fenalıkları, hastalıkları, ölümleri ve sürgünler vb. dışında var olma şansı tanıyan bir tür olmasının etkisi oldu mu?)

Evet 20 yıldır Türk basınında, neredeyse çalışabileceğim her kurumda, kimisiyle berbat kimisiyle de çok iyi anlaşmalarla çalıştım. Gazetecilik okudum ve gazetecilik yaptım. Ama hep kariyerimin bir noktasında kurgu birşey yazmam gerektiğini biliyordum. Hem mesleki olarak hem de içten içe bunu çok istiyordum. 90’lı yıllarda (belki de her zaman) Türkiye taşrasında yalnız bir lubunya olarak büyümüşseniz eğer kendi kendinize eğlenmeyi öğrenmeniz ve bir yere sığınmanız gerekir. Benim sığındığım yer edebiyattı. O yüzden hep hayran olduğum bu dalda bir şey üretmek aslında içimde tuttuğum bir hayalimdi. Yazılarımdan derlenmiş iki kitabım daha var, onlar kesmedi beni. Uzun süredir düşünüyordum ve yapmaya karar verdiğimde nasıl bir şey yazmak istiyorum diye sordum. İki cevap çıktı karşıma: biri kesinlikle lubunya bir şey yazmak istediğim, diğeri ise mutlu bir sondu. Artık bu edebiyatta lubunyalara sürekli biçilen ayrılık, intihar, ölüm, hastalık gibi şeylerin dışında başka tip bir hikayeydi. Kazananların onlar olacağı bir hikaye. Ve satmasını da istiyordum. Çünkü yazarak geçiniyorum, yazının benim için bir hobiden başka bir anlamı var. Bu satıyor mu, beni geçindiriyor mu, ne kadar zaman harcanıyor, bir iş olarak yapılabilir mi gibi şeylere de bakmam gerekiyordu. Bir hezeyan yazmak, sırf ben olduğum için alınıp bir yere bırakılan bir şey olsun istemedim. İnsanlar alsın, okusun, tıpkı benim okumayı çok sevdiğim gibi okusun istedim. Polisiye çok severim ve günün sonunda herkes polisiye okumayı sever, hiç olmazsa en kötü hikayesini takip ederler düşündüm. Polisiye insana epey alan açan bir tür, bir olaya pek çok açıdan pek çok ruh halinden bakma fırsatı sunuyor. Buna ilginç karakterler, çekici bir atmosfer ve iddialı bir ruh hali eklediğinizde ortaya potansiyel taşıyan bir şey çıkıyor bence. 

Adalar bende hep “biz ve onlar” hissi yaratan bir yer. İstanbul’da yaşarken hep imrendiğim, şehrin keşmekeşinde debelenirken Adalıların hayatlarına biraz da haset ederek bakıyordum. O nedenle çok merak ediyorum neden Adaları seçtiğini? 

Tamamen teknik sebeplerden. Yoksa pek çok insanın sandığının aksine Büyükada’da hiç yaşamadım ben. Hatta bu romanı yazana kadar adalar arasından sadece Büyükada’ya gitmemiştim. Romanın bir noktasında bir yere kimsenin gidip gelemeyeceği aşağı yukarı iki saate ihtiyacım vardı. Kınalıada İstanbul’a çok yakındı, Burgazada çok küçüktü, Heybeliada da Heybeli işte oraya kadar gitmişsen Büyükada’ya gidersin. Fazladan bir 20 dakika daha hiç fena olmaz diyerek Büyükada’yı seçtim. Romanın atmosferine etkisi falan adaya gidip gelip yazdıkça çıktı. Çok nokta atışı bir kararmış gerçekten. 

Adalar tercihi gibi, karakterlerin üst orta sınıf İstanbullular olması da dikkate değer bir ayrıntı. Örneğin Fehmi ve Şener iki yoksul eşcinsel olsaydı hikaye bambaşka olacak, bambaşka akacak ve kuvvetle muhtemel bambaşka da nihayete erecekti. Zaten komşuları, eşleri, dostları… herkesle ilişkilerinin çimentosu para. Ekonomik gücün romanda bu kadar belirleyici olmasıyla ilgili neler söylemek istersin? 

Evet Fehmi ve Şener bu insanlar olmasaydı, onun yerine iki Kürt inşaat işçisi ya da iki Roman çocuk olsaydı bu hikaye elbette asla böyle olmayacaktı. Zaten insanlar ilk onlardan şüphelenecek, ilk onlara gelecekti. O yemekler zaten yenilemeyecek, o içkiler içilemeyecek, insanların nezaketi ve güveni de paralarıyla satın alınamayacaktı. Bambaşka sınıftan iki lubunya olsalardı gizliliklerine bu kadar tahammül edilemeyecek, toplumda bu kadar hoş karşılanmayacak, belki de zaten çoktan o evden kovulmuş olacak, sokakta seks işçiliği yapıyor olacaklardı. Zaten o harcı parayla karılmış komşuluklarında da bu tiplerle beraber otura otura bizimkileri de biraz kendilerine benzetmişler. Ehlileştirilmişler biraz, Katatürk sevdası aşılamışlar, nezaket ve saygı kazanılmış, aman efendim sepet efendimlerle yıllar geçirilmiş. Ama sonuçta bir noktada bizimkiler de bir lubunya ve herkesin yıllar boyunca onlara uyguladıkları bu sistematik bakışı, gizli bırakılmak zorunda olmayı kendi leyhlerine bir silah olarak kullanıyorlar. 

Şener’i hep Ferdi Özbeğen, Fehmi’yi de Hilmi Mutlu olarak düşündüm hep. Onları yazarken aklından geçtiğine kalıbımı basacak kadar buna inanmış durumdayım 🙂 Bana hak verir misin yoksa bambaşka hikayeler mi var bu ikilinin ardında? 

Ya değiller biliyor musun? Ferdi Bey’le ben Akşam’da yazarken tanışırdık, çok severdi beni. Bana anılarını anlatacaktı, hatta kitabın adını “Beyaz Piyano” koyacaktık. Tabii ki ben aşırı tembel bir insan olduğum için bunu asla yapmadım. Kitapta sadece bir yerde Ferdi Bey’in bana anlattığı bir anısı birebir olarak var. Ferdi Bey gençken birdenbire çok fakir kaldıklarında çocukluğunda aldığı piyano eğitimini mesleğe çevirmeye karar veriyor; bunu tek bir yerde Şener’in geçmişi için kullandım. O da annesi onu reddettiğinde piyanoya başlamaya karar veriyor. Bunun dışında tüm karakterler tamamen kurgu. Üstelik bana kalırsa Ferdi Özbeğen – Hilmi Mutlu ilişkisi bu romanda kullanılıp çarçur edilmeyecek kadar özel bir ilişki ve üstüne özel olarak düşünülmeyi hak ediyor. Böyle şeyleri Mehmet Binay’la Caner Alper yapıyor, ben Ferdi Bey’in anısına böyle bir saygısızlık ve hadsizlik yapmak istemem.  

Hikayeyi domine eden erkeklerin hepsi lubunya. Cis-hetero adamlar gölge gibi dolaşıyorlar adeta; hiçbir varlıkları, etkileri, sözleri yok. Gözümde canlandırmakta en zorlandıklarım ve zaten aman ne gerek var erko deyip geçtiğim karakterler onlar oldu. Bilinçli bir tercih miydi? Anlatıyla alakasına dair neler söyleyebilirsin? 

Başından beri erkoları istemedim romanda. Tüm bu romanın ana örgüsünün lubunyalar ve kadınlar arasında geçmesini istedim. Bir gey erkeğin en yakın arkadaşı kadın klişesinin yansımasıydı aslında istediğim. O yüzden bir diva var ve o da tabii ki Şener’in BFF’i. Hikayeye gerçek anlamda hizmet eden tek bir düz erko var, Deniz. O da aslında görevini yapıyor ve gidiyor. Onun dışında kalan tüm erkekler baba Cem, Fehmi’yi hayatı boyunca dolapta bırakmış ve görmezden gelmiş arkadaşı Halit, Deniz’in okuldaki barzo arkadaşları, her zaman olduğu gibi iki iğrenç karakter olan polisler sadece hikayeye ve ana karakterleri daha iyi anlamamıza yarıyor. Onların dışında başka hiçbir fonksiyonları, benim de onları daha detaylı düşünmeye ayıracak fazladan bir dakikam bile yok. Mevcut tüm enerjimi lubunyalara ayırmak istedim. 

Deniz Ne Kadar Güzel, Türkçe edebiyatta, queer karakterlerine kurtuluşu vadeden nadir yapıtlardan biri. Sonuna geldiğimde, zaten halihazırda çok sevdiğim romana saygım da sevgim de arttı. Kitabı ilk kez bir yerde sesli dinliyor olsaydım, sonunda ayağa kalkarak coşkuyla alkışlardım eminim. Buradan doğru iki sorum var iç içe. İlki: Sence neden yerli ya da yabancı fark etmeksizin, edebiyat ve edebiyatçılar bizlere mutlu sonları, zaferleri, kurtuluşu, özgürlüğü reva ya da layık görmüyor? İkincisi de; sen neden bu ezberi bozmak istedin? 

Sadece edebiyatçılar değil okuyucular da mutlu sonu kendilerine layık görmüyor. Bu bayağı içten içe ezberletilmiş bir şey. Lubunyaysan hayatın hep trajediyle ve mutsuzlukla anılmalı, bir yerde ayrılık olmalı, bir dram tatmalısın. Halbuki ne alakası var? Lubunyalığın sadece kederle anılmasını istemiyorum, gullüm de bu hayatın bir parçası mizah da. Kitabı okuyan insanlarla konuştuğumda genelde soruyorum, sonunu tahmin ettiniz mi, diye genelde cevap hayır oluyor. Asla bu sonu beklememişler, hep diğer alternatif üzerine fikirler varmış. Bu çok üzücü bir durum bence çünkü buna alışılmış. Oysa ben, özellikle kitabın ikinci yarısında, tuttuğum tarafın çok net olduğunu düşünüyordum. Başka türlü bir alternatif aklıma gelmemişti. Ha, bu mutlu son kavramı bir spoiler gibi gelebilir ama bu ne kadar da mutlu bir son, o tartışılır. Kağıt üstünde öyle ama biraz eşelersek tam olarak da öyle olabilir. Sen mesela sonunu tahmin etmiş miydin? 

Hayır! Ben öyle bir son istemiş ama olacağını hiç tahmin etmemiştim dürüst olmak gerekirse diyerek ve küçük bir utanç duyarak soruma geçiyorum. Son dönemde Türkçe queer edebiyatta bu ezberleri bozan başka kitaplar ve yazarlar da çıktı. Yeni şairler, yeni öyküler, yeni romanlar sırada… Kendini bu dalganın neresinde görüyorsun? Bu dalga seni heyecanlandırıyor mu? (Belki burada isim de verebilirsin, kim bilir 🙂 

Bu dalga beni tabii ki de heyecanlandırıyor, sonuçta edebiyat ve yazmak biraz çağımız için boomer kalıyor. İnsanların bu sanat dalında üretim yapmalarını ve istemelerini heyecan verici buluyorum. Beni burada çağdaşlarımdan ayıran şeyin ise, kimisine göre iyi anlamda kimisine göre böyle olmayabilir, tiraj kaygım ve popülere ulaşma isteğim olduğunu düşünüyorum. Çünkü kitap yazmak zor ve meşakkatli bir süreç. Aynı zamanda çok da zevkli. Ama bunun sonunda bir şey elde ederseniz eğer devam etmeniz kolaylaşıyor. Bir hikaye pek çok türlü anlatılabilir, okursever olmak gerekiyor bir noktada. Salt kendi beğeninle ilerlemek, okuru dışlamak ya da ‘yaptım oldu al işte bir kitap’ demek bence biraz kolaya kaçmak. Bu bana biraz gazeteciliğimden de geçmiş bir şey olabilir.  Çünkü hepimiz ne kadar çok okunursak o kadar çok bu piyasa genişler ve daha pek çok yazmak isteyen insan buraya yönelir.  Benimle eş zamanlı çıkan her şeyi okumadım ama az çok neler olduğuna dair fikrim var, göz gezdirdim, kimisini okudum. Kesinlikle ilgi çekiciler, değer görmeyi hak ediyorlar. Kendim de yayınlatırken onlarla eş olarak yaşadıklarını tahmin ettiğim zor süreçlerden geçtim o yüzden hepsini takdir ediyorum. Çok satsınlar, çok başarılı olsunlar, zaten bu zamana kadar sıkıştırıldığımız, söz hakkı alamadığımız bu alanı daha da genişletip gelecek genç lubunyalara bırakalım isterim. Bu alandaki deneyimlerimizi paylaşmalıyız diye düşünüyorum.

Sen kimleri okuyorsun? Hangi edebiyatçılar ve kitaplar seni heyecanlandırıyor? 

Çok geniş bir okuma listem var. Pek çok şeyi okuyorum ama ben okuma zevki konusunda biraz muhafazakarım da bir yandan. Bir önceki soruya da yine bir gönderme yaparak şunu diyebilirim ben bayağı roman gibi roman seviyorum. Yazarın tercihlerini kurguda, seçimlerde, detaylarda gördüğüm şeyler beni çok heyecanlandırıyor. Polisiye severim. Şu aralar çağdaş Fransız edebiyatını çok ilginç buluyorum, epey harika işler çıkıyor.

Şimdi gelelim filme… Mertcan Karakuş’un Yüzen Küçük Şeyler Hatıra Gezer’in Toplama Albümü adlı romanını “Bundan ne güzel dizi olur” diyerek okumuştum. Ardından senin romanına başladım ve onu da “Bu ne güzel bir film olur” diye bitirdim. Tam da o sırada Aslında Özgürsün ve Çilingir Sofrası’nın yapımcısı da olan Witchcraft Film romanın film haklarını aldı. Yazım sürecinin herhangi bir noktasında aklından geçmiş miydi bu? Yoksa şaşırdın mı? Biraz anlatsana o süreci ve hislerini. 

Yazarken bu romanın film olma hayalini kuruyordum elbette. Bu aslında fikir olarak benim bir senaryo fikrimdi en başta, sonra romana çevirmeye karar verdim. O yüzden okuyan herkes aslında kendi filmini çekiyor bir yandan da kafasından. Film olma hayalini kuruyordum, bir gün olacağını da tahmin ediyordum ama bir sene sonra haklarının alınacağını düşünmüyordum. Ve bence en doğru yaklaşacak bir ekip de aldı. Witchcraft ilk filmleri Çilingir Sofrası’yla yine bu dönemde ve bu şartlarda çok açık bir queer film olarak piyasaya girdiler ve bir başarı elde ettiler. Eş zamanlı olarak çıktık neredeyse. Ben onları bu başarılarından dolayı tebrik etmek istediğimde onların da roman için bana ulaşmak istediğini öğrendim. Ve ilk buluşmamız böyle oldu. Film yapım süreci içinde de bir iş birliğimiz var bir şekilde, birbirimizi tanımaya, dünyalarımızı anlamaya çalışıyoruz. Daha yolun çok başındayız ama şimdilik iyi gidiyoruz. Ama sonuç olarak bu romanın hak ettiği queer işler üreten bir ekipti ve Türkiye şartları içinde onu buldu diye düşünüyorum.

Filmi elbette dört gözle bekliyorum ve kafamda karakterler için bazı oyuncular dönüyor. Şener için Engin Alkan’ı, Fehmi için Ali Poyrazoğlu’nu, Deniz’in annesi için Hülya Avşar’ı geçirdim hep aklımdan ama Deniz ve babası için asla bir yüz belirmedi. Candan Erçetin’i de kendisi oynar umarım 🙂 Sanırım oyuncularla görüşmeye başladınız. İsim vermezsin sanıyorum ama hazırlık sürecine dair belki bir şeyler söylersin diye umuyorum. 

Ay Bawer inanılmazsın gerçekten. Çünkü bu saydığın isimlerin hepsi bir şekilde düşünüldü ama farklı roller için. Yani bizim de düşündüğümüz ve kimisiyle de iletişime geçtiğimiz isimleri tutturdun ama rolleri tutturamadın. Tabii ki daha her şeyin çok başındayız, casting de en çok konuştuğumuz konular arasında. Bu isimlerden de farklı olarak pek çok insanın adı geçiyor, alternatif ikililer değerlendiriliyor. Ama yönetmenimiz Ali Kemal Güven’in çok net bir fikri var bu konuda. Romandan yola çıkan bir film değil romanı tüm hikayesiyle bir film yapmak istediği için o rolleri tam anlamıyla oynayacak insanlarla yola çıkmayı tercih ediyor. Açıkçası ben de onunla hem fikirim. Tabii ki celebrity bir cast isterim, eminim Ali Kemal de böyle istiyordur, ama sonuçta yapmayacaklarsa da oynamalarını istemem. Onun yerine hak eden ve gerçekten iyi oyuncularla ilerlemek isterim. İşte queer bir ekiple çalışmanın bu gibi faydaları oluyor, ortak bir payda da buluşmak bazen böyle durumlarda çok kolay oluyor.

Queer topluluğunun romana ilgisizliğine dair birkaç şey yazdın. Biraz daha açmak istersin belki Twitter’da yazdıklarını. 

Lubunya okurlarımı kastetmemiştim yoksa onlar şahaneler ve romana ilgileri de muazzam oldu. Onlarla konuşmak, romanı tartışmak da çok keyifli çünkü diğer okurlarımın anlamadığı bir şeyi görüyorlar. Bu konunun muhatapları çünkü bir şekilde. Benim daha çok örgütlü harekete dairdi sitemim. Ben başka türlü olur diye hayal etmiştim. Çünkü sonuçta bazen gerçekten sosyal medyada bir yazı, röportaj ya da kritik döndürmen gerekiyor. Bazı şeyleri anlatmak istiyorsun tıpkı bugün olduğu gibi. Amacın kitabını birkaç kişiye daha ulaştırmak aslında. Ve biz zaten ne kadar popüler olursak ya da kim olursak olalım kimliğimizden dolayı bir sansür yiyoruz. Böyle bir durumda doğal olarak örgütlü hareketinin seni kitlene ulaştırmasını düşünüyorsun. Benim neyse ki çok ihtiyacım olmadı buna ama olabilirdi. Ve ben sadece lubunya olmam bunun için yeterlidir diye düşünmüştüm. Ama değilmiş. Mesela geçen sene şöyle bir an oldu. Onur Haftası etkinlikleri kapsamında queer edebiyat üstüne bir zoom toplantısı yapıldı. Önce bir yerdeydi bu, sonra etkinlikler yasaklandı ve online’a alındı falan. Ben de izliyorum evden. Ve çok genç, çok başarılı ve heyecanlı lubunya yazarlar, şairlerle bu konu konuşuluyor. Kendi kendime ‘benim de bir romanım var keşke beni de arasalardı’ dedim. İnsan bazen böyle bir anda kendini bir yere ait hissetmek istiyor. Ama bir yandan da gündemleri yoğun olabilir, akıllarına gelmemiş olabilir özel bir neden olmayabilir. Türkiye’nin şu durumunda onları da karşıma almak istemem. Herkesin işi başından aşkındır belki de. Yani açıkçası PEKEKE gibi bende ortak düşmana karşı silahlarımı gömdüm, yoluma bakıyorum.  

Film ve ardından gelen Cannes haberi bir yazar olarak seni nasıl etkiledi? Yazdığın şeylerin karşılık bulması, birileri tarafından görülmesi muhteşem olmalı. Senden daha fazla şey okuyacağımızın müjdecisi mi bu süreç? Nedir ufuktaki planlar? 

Aklımı kaçırttı tabii yerinden. Cannes zaten ama dünya haklarının Amerika’ya satılarak başlanması çok çok mutlu etti. Çünkü sonuçta ben bir yazarım ve öncelikli isteğim tabii ki daha çok okura ulaşmak. Bu roman basılana kadar çok tuhaf zamanlar geçirdim, sadece ikimizin kaldığı, dünyada benden ve başka birkaç arkadaşımdan başka beğenen insanın olmadığını düşündüğüm anlar oldu. Ve dediğim gibi bir de denemek istiyordum bakalım bu iş oluyor mu diye? Kendime sorduğum soruların ve sonunda hissettiğim şeyin cevabı evet evet evet! Evet tabii ki yazmaya devam edeceğim. Yaşanan bu son gelişmelerle Deniz Ne Kadar Güzel’le ilgili defteri de kendi içimde kapamanın da zamanı geldi diye düşünüyorum yoksa burada yok olup gidebilirsin. İkinci romanın laneti diye bir tez konusu var. Ben de biraz bu lanetten muzdarip oldum bir süre ama sonra o da bitti. Çok harika olduğunu düşündüğüm bir fikrim var ve yazmak için çok heyecanlanıyorum. Bir kısmına biraz çalıştım ama daha çok başı. Yani daha zaman var ama bence güzel. Bakalım. Umarım iyi olur. 

Benim sorularım bu kadar. Sen son söz niyetine bir şey söylemek istersen eklersin şekerim. Şimdiden vaktin için teşekkürler. 

Çok çok teşekkür ederim. Esas siz zaman ayırdınız. Öpücükler.

Fotoğraf: Ekin Özbiçer






Author

  • Bawer

    Velvele Kurucu Yayın Yönetmeni, gazeteci, çevirmen, editör, LGBTİ+ ve göçmen halları aktivisti.