Sabah uyandığımda her zamanki gibi Spotify’da dinleyecek bir şeyler ararken Amy Winehouse’un Back To Black albümünün 15. yıldönümünün kutlandığını gördüm. Onun ismini, sesini, şarkılarını ne zaman bir yerde duysam kalbimde bir yer cız eder. 2015 yılında Asif Kapadia‘nın çektiği Amy belgeselini izledikten sonra şunları yazmışım: “Yaşamak bazen çok acıtıyor. Kaçıp gitmek, dahası eriyip kaybolmak istiyor insan. Bırakın çözüm bulmayı, varolmak bile içinden gelmiyor. Sezen Aksu’nun dediği gibi ‘bildiğin çektiğine yetmiyor’. O zaman işte açıp ulaşabilirsen bir kitaba, bir filme, bir şarkıya, sahiden de iyi geliyor. Nasıl yaşıyorlarsa bazı insanlar, alıp senin içindeki düğümleri tek tek çözebiliyorlar. Amy Winehouse, o insanlardan biri olmuştur sanırım birçoğumuz için. Nasıl bir yetenekse, o son derece kişisel, kendine özgü hikayelerini, hepimizin yüreğine dokunacak şekilde kaleme dökebilmiş. Amy belgeselini izledikten sonra ise, insanın içine bir yumru oturuyor. Her iyi filmden sonra, bir süre hikayenin etkisinde kalır, günlerce üstüne düşünürüm, ama vakit geçtikçe hayal ürünü olan bir materyalin içinde yaşamanın mantıklı olmadığına kendimi ikna ederim. Peki ya bunun gibi gerçek hayat hikayeleri ne olacak? Nasıl atacağım içimden o yumruyu dışarı? Amy sanki bizlere bir iki önemli bir şey anlatmaya gelmiş, kendini sansürlemeden onları söylemiş, doya doya acısını, aşkını, gözyaşını yaşamış ve erkenden veda etmiş bir kadın. Sesi ciğerlerinden geçip ağzına ulaşmıyor, kalbinden çıkıp kalbimize saplanıyor. Onun sesini dinlerken de, aynı hikayesini dinlerkenki gibi insanın içine bir yumru oturuyor. Ah Amy, mutfağın yerine çöküp çektiğin acıyı da, ‘gitmem de gitmem o rehabilitasyon merkezine’ dediğin asi tavırlarını da o kadar doğal, o kadar naif dökmüşsün ki satırlara; yıllarca çalışıp didinsem ben ulaşamam o yalınlığa, sade anlatıma. Ayrı bir letafet var senin yazdığın her satırda, üflediğin her notada. ‘Aynı dönemde yaşamıştık, o olayların hepsini hatırlıyorum’ diyebilecek kadar “şanslı” olmak kalıyor kala kala bu hikayede benim payıma. Ama gönlümden geçen, keşke biraz daha dayansaydın da buralarda, anlatsaydın tekrar tekrar nasıl bir şeymiş ‘gerçek olabilmek’ biz fani dünyalılara.”
Aradan altı yıl geçmiş, hala benzer düşünüyorum. Amy Winehouse’un şarkı söyleme yeteneği benim bildiğim tüm teknikleri, taktikleri, egzersizleri aşıyor. Onu dinlerken çektiği acıları hissetmiyorum, acının kendisi oluyorum. Ne kadar hassas ve kırılgan bir insan olduğunu düşünüyorum. Kendime yakın hissedip, onunla bir bağ kuruyorum. Amy’nin gidişi benim gibi bir çok insanı yaraladı. Çevresindeki duvarları kırabilmek için girdiği savaştan bizim algımıza göre “galip” çıkamamıştı. Ama o mücadele esnasında yazdığı şarkılarda o kadar kendimizi bulmuştuk ki, sanki o acı çekip şarkılarında haykırdıkça biz rahatlamıştık. Bunun bir benzerini #FreeBritney hareketinde de görüyorum. Belki hiçbirimiz Spears’in yaşadıklarını tecrübe etmedik ve vasilik gibi bir problemle baş etmek zorunda kalmadık. Ama bizi esir alan her neyse -işimiz, çevremiz, aile fertlerimiz, para…- onlara karşı her gün mücadele ediyoruz. Onun özgürleşmesinden kendimize umut tohumları yaratıyoruz, belki gün gelip ekebileceğimiz. Peki Britney’in ve Amy’nin bu kırılganlıklarını görüp, alıp kendimize yakın hissedip daha sonra ne yapıyoruz? Burada mı kalıyor insan hayatları ile kurduğumuz ilişki? Ertesi gün sabah otobüse binip nefret ettiğimiz işlere giderken mesela artık onların neler yaşadıkları hala umurumuzda oluyor mu? Yoksa zaten bu onların “işi” ve “kendi tercihleri” olduğu için bizim sorumluluğumuzdan çıkmış mı oluyorlar? Hassas insanların hassasiyetlerini sömürdükten sonra onların kendilerini kaldırılıp bir köşeye atılmış gibi hissetmelerine bir katkı sağlıyor muyuz?
Psikoloji profesörü Dr. Elaine Aron “Fazla Hassas Kişiler” (Highly Sensitive Person ya da kısaca HSP. Yazının devamında da bu kısaltmayı kullanacağım) kavramından bahseder. İnsanlarda ve hayvanlarda yüzde on ile yirmi arasında değişen bir kesimin diğer insanlara göre daha fazla hassas olduğunu belirtir. Bunun bir karakter özelliği olduğunun ve sebebinin hem kalıtımsal hem çevresel faktörler olabileceğini söyler. Hassas olmak bir sorun değil, düzeltilmesi gereken bir şey değil ve bir hastalık değil diye de konunun altını çizer. HSP’lerin özelliklerinden bahsederken onları asla “kırılgan, naif, ağlak, utangaç” gibi sıfatlarla tanımlamaz. HSP’liği içe dönük ile de karıştırmaz. İçe dönük HSP’ler olabileceği gibi dışa dönük HSP’ler de vardır der. Genel olarak HSP’lerin çevrelerinde olan bitenlere karşı algılarının açıklığından bahseder. Olumlu ya da olumsuz zihnimizde canlandırdığımız tüm tanımlamalardan arındırarak öncelikle hassasiyet kavramının özüne bakmamızı önerir. Karşıdakinin hissettiklerini hemen anlayıp ona göre davranma, sanat eserlerinden fazla etkilenme, açken çok çabuk uyarılma gibi. Bu özelliklerin hepsi durumuna göre olumlu veya olumsuz olarak adlandırılabilir. Elaine Aron pek çok sevdiğimiz sanatçının da HSP olabileceğinden bahseder. Hassasiyet bir paketse, içinden sürpriz yumurta olarak şarkılar, sanat eserleri, romanlar çıkar. Ama aynı zamanda acı hikayeleri de beraberinde getirir. Birini alıp diğerini almamak olmaz. İşte Amy’i çok hassas olduğu konusunda içime koyarken de baktığım çıkış noktası bu. Aşkını, acısını, sevgisini bol bol, doya doya yaşamış. Onlarla baş etmeye çalışırken güzel şarkılar bırakmış. Başka zamanlarsa farklı yollara başvurmuş. Ne yadırgayacak ne de hak verecek hakkı görmüyorum kendimde. En fazla bakabilirim, anlamaya çalışabilirim, görebilirim.
Peki az önceki soruma geri dönersek, biz Amy gibi insanların hassasiyetlerinden onların sanat eserlerine kattığı değerler çerçevesinde faydalanırken, onlar hakkında rahatsız edici konuşmalar yapmanın, bu konuşmaları körükleyen medyanın, dalga geçilen twitlerin hiçbirisinden sorumlu değil miyiz? Paparazziler ya da yaralayıcı medyayı biz yaratmıyorsak ya da talep etmiyorsak neden hala varlar? Britney Spears’ın ruhsal sağlığı ile ilgili üzülüyoruz, ama seneler önce bir sinir krizi yaşayıp paparazzinin arabasına şemsiye ile vurduğu anların görsellerini paylaşarak “Britney 2007’yi atlattıysa sen bu seneyi atlatırsın” diyerek birbirimizi “güldürüyoruz”. Ama o görseli daha çok dolaştırarak söz konusu sanatçının -kim bilir- belki de hayatındaki en utandığı anı ve travmasını tekrar tetiklemekten çekinmiyoruz. Amy’nin vefatından kısa bir süre önce ayakta durmakta bile güçlük çektiği konser videolarının altındaki acımasız yorumları da ekleyerek bu örnekleri çoğaltabiliriz. Şimdi soruyorum, kişilerin o an başa çıkamadıkları bu hassasiyetlerini dilediğimiz zaman sömürüp dilediğimiz zaman dalga/yargı/konuşma malzemesi olarak kullanmak sizce adil mi?
Bu kadar hassasiyet ve kırılganlıktan bahsetmişken, sürekli insanlardan duyduğum ‘ne kadar hassassın’ cümlesini de hatırlamak istiyorum. Hassas olmanın kötü ve değiştirilmesi gereken bir özellik olduğuna dair yaratılan algının fazla hassas olsun olmasın, hepimizi gelip geri vurabilecek bir silah olduğunu düşünüyorum.
Geçtiğimiz senelerde çalıştığım yerlerden birinde ayrıntılarını veremeyeceğim bir olay yaşandı. Ben işverenlerin haksız olduklarını düşündüğüm için üslubu gayet yerinde ama dediğini sakınmayan upuzun bir e-posta attım. Göndermeden önce defalarca kontrol edip, içindeki bazı cümleler cımbızlanmasın ve agresiflikle suçlanmayayım diye tekrar tekrar okudum. Dediğim argümanları güçlendirmek için referanslar ve kaynaklar sundum. Farklı disiplinlerden örnekler verdim. Bu kadar özenle attığım e-postaya karşılık gelen cevabın ilk cümlesi neydi, hadi bilin bakalım? “Sezgin, şu an çok duygusalsın, ama bu bir sorun değil”. Çok duygusal olma, hassas olmanın kardeşi. Buna karşılık denecek çok şey var ama aklıma ilk şunlar geliyor: 1. Evet, insan olmanın getirisi olarak duygusalım. 2. Ama e-postamda senin kastettiğin fazla duygusallıktan kaynaklanan bir profesyonellikten çıkma durumu yok (olabilirdi). 3. Duygusal olmama izin verdiğin teşekkür ederim. Konu queer’leri ilgilendiren bir konuydu ve heteroseksüel beyanlı cisgender patronum onun gözünde “belirli bir grupla ilgili” yazdığım için bana sadece akıllar vermiyor, beni aynı zamanda “fazla duygusal o yüzden mantıklı düşünemiyor” kalıbına sıkıştırıyordu. Bunu bir üniversitede profesör olarak çalışan kadın iş arkadaşıma anlattığım zaman, tamamen aynısını defalarca yaşadığını ve bunun bir klasik olduğunu üzülerek anlattı. Yani ben ne yazarsam yazayım aynı cevabı alacaktım. Bir okuduğum kitapta “kadınlar sinirlenmeleri duygusallıklarından, erkeklerinki ise haklarını aramalarından” diyordu. Kadınlar kısmını, kadınlar, queerler ve toplumdaki diğer ayrıcalığı düşük gruplar olarak okumak daha da mantıklı geliyor. Peki benim e-postamdan ve içimden o duygusallık olarak adlandırdığınız (ki bence onun adı insan olmak) çekip alırsanız geriye ne kalmayacak, size söyleyeyim mi? Şarkılarım, yazılarım, podcast’lerim, araştırmalarım, aktivizmim. Eğer bu kadar hassas olmasaydım, belki onların minik ayrıntılar olarak gördükleri şeyler üzerine uzun uzun kafa yormayacak, onları içimden çıkarmak zorunda hissetmeyecektim kendimi. Kendimi asla kıyaslayamayacağım Amy Winehouse’ın -ve onun gibi bir çok sanatçının- yaşadıklarını da buna benzetiyorum. Ve bazen hepimize uyan bir dünya düzeni yaratmak yerine hassas insanların hassasiyetinden işimize geldiğinde faydalanıp, işimize gelmediğinde de “su testisi yolunda kırılır” diye köşeye ittiğimiz için kızıyorum.
Geçtiğimiz haftalarda Can Evrenol’un sinema eleştirmeni Aslı Ildır’ı da içine alan bazı twitler atması sonucu Ildır bu durumdan rahatsız olduğunu belirterek kendisini bir daha tag’lememesini çok kibar bir dille rica etmiş. Can Evrenol’dan gelen yanıtlardan bir tanesi Aslı Ildır’ın ve Altyazı ekibinin ne kadar sıkıcı olduklarını söylüyor. Bu cümle de bence “ne kadar hassassın” ile elele yürüyor. Yakın zamanda öğrendiğim “rıza inşası” kavramını da düşünüyorum bu bağlamda. Bir insandan bir şey istediğinizde aldığınız ‘hayır’ yanıtını umursamayıp, ona ‘evet’ dedirtene kadar denenen farklı manipülatif yolların hepsi. Şimdi soruyorum, ‘çok hassassın/sıkıcısın/duygusalsın’ cümlelerinin altında bu manipülasyon yok mu? Aslında bir insanı kendisi ile ilgili kötü hissettirerek (“Çok hassasım/sıkıcıyım, yani yeterince cool değilim. Öyle olmamam lazım”) sonunda istemediği şeyler yapmaya, söylemeye teşvik etmek değil mi bu? Benim gördüğüm kadarıyla Aslı Hanım bu tuzağa düşmek yerine Can Bey’i engelleyerek konuyu kapatmış. Ama olayın kendisi, haşarı çocuk diye sempatikleştirdiğimiz şeyin bazen tacizcilik olup olmadığı konusunu düşündürttü bana. İşte ayrım ve ayrımcılık nerede başlıyor diye konuşuyoruz ya, bazen gerçekten bu satır aralarında saklanıyor bence. Belki de bilinçsizce, incitmemek amaçlı söylenmiş ama karşı tarafı sindiren, kabuğuna çektiren, kendisinin yanlış yaptığına inandıran söylemlerin içine daha ayrıntılı bakmalıyız diye düşünüyorum. Ben kendi adıma hassaslığım ve duygusallığım ile barışalı çok oldu. Beni ben yapanların onlar olduğunu biliyorum. Sıkıcı olup olmadığımı ise bilmiyorum. Ama canım isterse hem sıkıcı hem hassas hem de duygusal olmaya hakkım olduğu konusunda netim.
Amy belgeselini izledikten sonra yönetmeni ile yapılan konuşmaya da katılmıştım. Orada kendisi belgeselde olabildiğince objektif kalmaya çalışsalar da tüm parmakların bir ismi gösterdiğini söylemişti: Amy’nin babası. O yüzden belgeselin içinde kendi konuşmalarına yer verilse de, baba ile sonradan başları derde girmişti. Başka bir babası ile şöhreti ile başı belada olan bir isim ise bu kült albümün 15. yılının kutlandığı günlerde nihayet babasının kendi hayatına koyduğu hapishaneden çıkmanın özgürlüğünü yaşıyor: Britney Spears. Pop figürlerini metalaştırmamız, paparazzi kültürünü desteklememiz, kendi çıkmazlarımızdan ya da sıkıcı hayatlarımızdan çıkabilmek için başka insanların hayatlarına gereğinden fazla burnumuzu sokarak onların hayatını hapishaneye çevirme bencilliğimiz ne zaman bitecek diye düşündüm. Britney’i dünyanın gözü önünde kendi hayatına hapseden babasıydı. Amy’i hapseden biraz babası, belki çevresi ve belki kendi içinden çıkamadığı duygularıydı. “Sana söylemiştim, ben belayım / Biliyorsun ben iyi değilim” diye ona kendisini suçlattıran ise belki bizim hassas insanları anlamak için yeterince çabalamamızın sonucuydu. Buradan bakınca “biz onu anlasaydık, belki bu şarkıları da duymayacaktık” düğümü ise hayatın bir error’u ya da laneti olsa gerek. Şimdi ben soruyorum kendime: Beni hapseden ne? Ne kadar hassas, duygusal, sıkıcı olduğuma inandırarak kendi çevreme duvarlar ördürten insanlar mı? Eğer öyleyse “o zaman ne yapmalıyız?” sorusunu herkesin kendisine sormasının vakti gelmiştir sanırım.