Nomadland Tartışmalarına Dair Bir Silsile

Chloé Zhao’nun yönettiği Nomadland, ödül sezonunun en ilgi gören ve tartışılan filmi oldu. Bu tartışmalar En iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi kadın oyuncu Oscar’larını kazandıktan sonra daha da alevlendi. Twitter’da süren ve bazı platformlardaki yazılarla zenginleşen oldukça zihin açıcı bulduğumuz tartışmalara dair sinema yazarı Ali Deniz Şensöz de kişisel hesabında iki bölümden oluşan bir tweet silsilesi paylaştı. Bu silsileyi Altyazı dergisindeki yazılarıyla tanıdığımız Şensöz’ün izniyle Velvele okuyucuları için derledik.

***

Nomadland tartışmaları bir süredir devam ediyor. Ben de birçok şeyi okudum, izledim, düşüncelerimi buradan paylaşmak istiyorum. (Oldukça uzun oldu, iki flood’dan oluşuyor, baştan belirteyim.)

Ali Kemal Çınar eleştiri kültürüne dair serzenişte bulunmuşken, öncelikle sinema kuramına dair bazı konularda filme dair görüş bildiren kimi arkadaşlarımla anlaşamadığımızı ya da bazı kavramların kimi yerlerde tartışmaya açık bir şekilde kullanıldığını not düşerek başlamak istiyorum.

Emre Yeksan yazısında ve önceki tweet’lerinde filmin minimalist bir estetiğe sahip olduğunu söylüyor. Sıkı bir olay örgüsüne sahip değil diye, sakin bir ritmi var diye bir filme minimalist demek ne kadar doğru hiç emin değilim. Stilize kamera hareketleri barındıran, bol bol (kimi zaman fazlasıyla) müzik kullanan, mizansenlerinde western türünün ikonografisini kullanan bir filme minimalist demek çok iddialı bir yaklaşım.

Hem anlatının hem de estetik öğelerin en yalın, en gösterişsiz haliyle karşımıza çıktığı minimalist filmlerle karşılaştırınca Nomadland, daha sonraki eleştirilerde de belirtildiği gibi fazlasıyla “Hollywood” kokan bir film.

Esen Tan Kutsal Motor’da filme yönelttiği eleştiride ise Nomadland’in objektifmiş gibi görünen ve hatta böyle yaparak göz boyayan bir film olduğunu iddia ediyor. Yine yukarıda belirttiğim gibi bu kadar fazla stilize öğenin yer aldığı, Frances McDormand’ın yanında bunca amatör oyuncuyu görmemizin bile tek başına yabancılaştırıcı bir işleve sahip olduğu, filmin fazlasıyla hesaplı anlatımını ve tasarımını düşününce filmin objektifmiş gibi göründüğünü iddia etmek çok zor. Tam tersine Zhao’nun bir yönetmen olarak estetik tercihlerinin önceki filmlerinde olduğu gibi burada da birebir tekrar ettiğini, yönetmenin hikâyeyi fazlasıyla subjektif bir yerden kurduğunu görüyoruz. Aslı Ildır’ın ın aynı yayında söylediği gibi, öyküyü Fern’ün deposunda açarak başlayan ve karakterini bir göz gibi kullanıp aslında “objektif” olarak anlatamayacağını bildiği karakterlerin dünyalarına profesyonel bir oyuncunun, kurmaca bir karakterin bakışından yaklaşan, Fern ile beraber onlara mesafe almayı da başaran filmin bakışının nerede olduğu fazlasıyla belli.

Eleştirel dünyamızda, Zhao’nun babasının ne iş yaptığı üzerinden geliştirilen argümanların benzerini, işçi sınıfı temsilini “doğru” bir şekilde (sınıf temsilinin sadece tek bir doğru şekli varmış gibi…) yapan diğer yönetmenlerin filmlerine yapıldığını görmüyoruz. Nedense bir kadın yönetmenin yönettiği ve bir kadın kahramanın başrolde yer aldığı bir filmde bütün kimlik kartları, nüfus bilgileri ortaya döküldü. Bunun üstünden geliştirilen argümanlar üzerine argüman üretmeye tenezzül bile edilmemesi gerektiğini düşünerek, bu argümanları üretenleri feminist teorinin temel ilkelerini okumaya davet ediyorum.

Eğer filmin neden işlemediğine dair yeterli argümanı filmden çıkaramıyor ve metnin dışına taşmak istiyorsak (ki olması gereken metin dışı bambaşka bir yer), filmin Amerika mitinin üzerine kurulu olduğu değerleri yücelten western türü kodlarıyla ne yaptığına bakmak Nomadland’in söyleminin ne üstüne kurulu olduğunu ortaya çıkarabilir. “Settler”ların (yerleşimci) işgal ederek, yerlileri yok ederek, toprakları sömürerek üzerine inşa ettiği Amerika denilen yerin neye dönüştüğünü anlatıyor Nomadland. Amerikan idealinin çöktüğü bir zamanın ve mekanın portresini çıkarmak gibi bir derdi var. Bunun en büyük kanıtı ise filmin sonunda, terk etmek zorunda kaldığı evinden çıkarken Fern’ün çöle doğru yürüdüğünü gördüğümüz karenin, The Searchers’ın sonundaki kareyle bile isteye aynı şekilde çekilmiş olması.

ABD’nin Yeni Kıta’da yaptığı her zulmü gerekçelendirmesinin bir aracı olarak kullanılan westernlerin en maço, en “karizmatik”, en erkek, en Amerikan kovboyunu The Searchers’ın sonunda sıcak çölde yeni yerleri keşfetmeye (fethetmeye) giderken görürüz. Nomadland onun karşısına; soğuk bir çölde orta yaşlı, evsiz, yersiz yurtsuz, varoluş sancısı içinde sıkışıp kalmış bir kadını koyuyor.

Dünyanın en büyük ekonomisinde, bu ekonominin en güçlü lokomotifinde emeği sömürülerek çalışan evsizler, göçebeler, yol kenarlarında yaşayanların gündelik hayatlarından kesitler görmemiz Amerika denilen idealin gerçekte ne olduğuna, neye dönüştüğüne dair büyük bir cümle kuruyor. Hollywood’un filmi seveceği, Oscarların filme zaten bayılacağı argümanına gelecek olursak; ortada hiçbir büyük stüdyo filminin olmadığı, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan aldığından beri dünyanın dört bir tarafındaki eleştirmenlerin yılın filmi olarak işaret ettiği Nomadland’den başka 2020 yılı için yılın filmi denilebilecek başka bir örnek çıkmadı.  Olay örgüsünün sürüklemediği, klasik anlatı yapısının kullanılmadığı, çizgisel değil döngüsel bir anlatının kurulduğu bu filmin Akademi’nin tarihine baktığınızda fazlasıyla “tuhaf” bir tercih olduğunu görebiliriz. Filmin birçok En İyi Film Oscar’ı kazanan yapımda olduğu gibi, hele ki bu yıl gibi oldukça zayıf bir senede senaryo dalında Oscar kazanamaması da buna işaret. 

Filmde karakterlerin özgür iradeleriyle bu hayatı seçmiş gibi gösterildiği argümanına gelecek olursak, filmin başındaki Fern ile Swankie arasında karavanda geçen sahne yokmuş gibi davranıldığını gözlemliyorum. Kirasını ödeyemeyen, tek başına zar zor hayatta kalacağını gören ve intihar etmeyi düşünen Swankie’nin ancak karavanda bu şekilde yaşayarak hayatta kalabileceğini fark etmesiyle bu yaşam biçimini tercih etmiş olduğunu söylemesi hiç mi bir şey ifade etmiyor? Ya da orta yaşlı bir kadının kız kardeşinin yanında bir misafir ya da bir adamın karısı olarak bir çatının altında var olmak istememesinde, tek başına hesap vermeden yaşamını sürdürmek için bu hayatı seçmiş olmasında güçlendirici bir taraf yok mu? Sinema tarihine böyle bir kadın karakterin armağan edilmesinin hiç mi değeri yok? Evsiz ve işsiz bırakılmış, herhangi bir kiralık evde kalamayacağı filmde zikredilen bir karakterin, sınıfı, yaşı ve cinsiyeti nedeniyle kültürel alanda özgür olamayacak birinin, kendisini şehrin, kültürel alanın dışına atıp istediği gibi var olabildiği doğanın yakınında durmasında, oraya gidip nefes almasında neden filmin bir aşkınlık arayışına girdiği düşünülüyor? Filmin temsil ettiği öğelere ve ona getirilen eleştirilere bakıldığında, filmin öfkesiz olmasına yöneltilen bir öfke olduğunu görüyorum. Filmin, daha önce kimsenin görmediği insanları ve mekanları gözlemci bir yerden ortaya çıkarıp koymasında bir temsil gücü var. Ve bunu ABD’ye ve onun üzerine kurulu olduğu ideolojiye dair cümle kurmak için kullanmasında daha büyük bir güç var. Evet film kalın cümleler kurmuyor, hatta kimi yerlerde sözünü sakınıyor, çıkış sunmuyor, günün sonunda daha ziyade bir göz olarak kullandığı karakterinin döngüsel hikâyesi olarak kendini konumlandırıyor. Filmin ne yaptığına dair değil de, daha ziyade ne yapmadığına dair argümanlar üzerinden giden tartışmalara karşı yaptığım bu eki birkaç soruyla bitirmek istiyorum.

Bir işçinin (ya da işçi sınıfının) hikâyesinin nasıl anlatılacağına dair çok net tematik ve estetik bir çerçeve olmak zorunda mı?

Gerçekten işçi hikayelerinin nasıl temsil edilmesi gerektiğine dair çok net ve doğru bir pozisyonun var olduğu söylenebilir mi? Nomadland gibi “öfkesiz” bir filmin öfkelendirme ihtimali yok mu?

Bir Cevap Yazın