Aykırı Cinsellikler Üzerine Birkaç Söz

Kıvanç Tanrıyar

Aykırı Cinsellikler’in yayımlanmasının üstünden yaklaşık iki sene geçti. Bu zaman zarfında queer edebiyat çalışmaları açısından birçok değişiklik ve gelişme de oldu. O kadar ki yazılanlardan bazıları iki sene öncesine dayanan kendi argümanlarım üzerinde doğrudan etkili olmuştur. Özellikle 2020’nin queer edebiyat araştırmaları açısından oldukça verimli bir sene olduğu söylenebilir. İpek Şahinler Moda Sahnesi’nin düzenlediği bir queer edebiyat atölyesinde Hüseyin Rahmi’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Sevgi Soysal’a geniş bir satıhta bizi queer edebiyat yolculuğuna çıkardı. Sevcan Tiftik ile Cüneyt Yüce de yine Hüseyin Rahmi ile Bilge Karasu üzerine SPoD’un organize ettiği bir queer atölye düzenledi. Metis’ten çıkan Ezgi Sarıtaş’ın Cinsel Normalliğin Kuruluşu tarih ile edebiyat eleştirisini iç içe geçirmiş son derece özgün ve kapsamlı bir monograf. Sarıtaş, Türkçe edebiyatta ulus-devlet sürecine dek heteronormativitenin kuruluşunu incelerken homososyal arzunun kökenlerinin izini 17. yüzyıla kadar sürüyor. Yine Serdar Soydan’ın Tanzimat’tan Harf Devrimi’ne kadarki zaman zarfını ele alan Ah Bu Sevda! antolojisi 2020’de Sel Yayıncılık’tan çıktı. Kısacası 2020 yılını Türkçe queer edebiyat araştırmalarında bir patlama noktası olarak nitelendirirsek abartmış olmayız. Bunlar dışında da queer edebiyat ve queer tarihin iç içe geçtiği burada daha sayamadığım birçok çalışma var.  Bunları şerh düştükten sonra sanırım kendi kitabımı tanıtmaya başlayabilirim.

Kitabı yazarken, sınırlarını takriben Tanzimat’tan Cumhuriyet rejiminin olgunlaştığı döneme kadar çizmeyi planladım. Bu zaman dilimini kapsayan çalışmada birbirine bağlı iki önemli kavram ortaya çıkıyor: hakikat ile sır. Aykırı Cinsellikler bu iki kavramın arasındaki oyunun izini sürmeye çalışıyor. Bu kitapta, hakikat çok spesifik bir biçimde, ünlü queer kuramcı Eve Kosofsky Sedgwick’in kavramsallaştırdığı “bilgi” kategorisinin harcını hazırlayan bir kavram olarak kullanıldı. Sedgwick’in paranoyadan aymazlığa upuzun bir karşıtlıklar çizelgesine anlamını veren şey olarak kavramsallaştırdığı “bilgi” bir noktada aymazlığın karşıtı gibi görünürken, aslen aymazlığın bizatihi beslendiği şey olabiliyor:

Aymazlık, bir bilginin aymazlığı -hiç şüphesiz belli bir hakikat rejimi içerisinde ya doğru ya da yanlış bulunacak bir bilgi-  olduğu ölçüde, bu aymazlıklar asıl karanlığın parçaları olmak şöyle dursun, belirli bilgiler tarafından üretilir, onlara tekabül eder ve belirli hakikat rejimlerinin bir parçası olarak dolaşıma girerler.

Bu durumda sırların aydınlanmasıyla ulaşılacak bir hakikat değil, aymazlığıyla sırları üreten, mevcut bir hakikat rejimi ya da hakikat rejimleri var. Edebiyatı konu alan bir çalışmanın hakikat rejiminden bahsediyor olması ilk etapta son derece tuhaf görünebilir, ama edebiyattan, özelinde de edebiyatı nasıl tükettiğimizden bahsedeceksek, hakikat rejimlerinin okumaya dair tartışmanın başlangıç noktası olması gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışma, başından sonuna kadar tam da belirli bir hakikat rejimiyle etkileşimden doğan iki okuma biçimiyle cebelleşti: görmezden gelen okuma ile teşhirci okuma. 

Görmezden gelen okuma, bir yokluğun karanlığı olarak değil, başka bilgileri inkâr eden belirli bir bilginin, heteroseksüelleştirmeci arzu güzergâhının bilgisinin ürettiği aymazlığın sonucu olduğundan kendini, kendi görmezden gelişini yineleye yineleye mevcut başka bilgilerin, başka hakikatlerin dile gelmesini engeller. Bu çalışmanın takriben bir yüzyıl öncesine geri dönüp baktığı düşünülürse, bu bir yüzyıllık zaman diliminde dönemin edebiyatına bakışta üretilen bilginin, birbirini tamamladığı üzere ya üreme rejiminin ürünü bir cinsel bilginin ya da arzu ekseni dışına çıkma iddiası bulunan bilginin, bu kadar monolitik oluşunu açıklayan yine bu görmezden gelen okumadır. Yine de bu görmezden okuma alternatif sesleri boğamıyor. Bu aymazlığa karşı yavaş yavaş bu dönemi kapsayan, farklı farklı cinsel hakikatleri araştıran queer edebiyat çalışmaları yer almaya başladığını yazının girişinde söylemiştik. Damlalar, görmezden gelen okumaya ve teşhirci okumaya karşı hakikat rejimlerinin dayattığı okuma biçimlerini dönüştürme yolunda emin adımlarla birikmeye başlıyor. 

Teşhirci okuma ise, ilk bakışta okuyucuya bir perdeyi açıyor yanılsamasıyla görmezden gelen okumanın karşıtı olduğu hissini verse de, ikisi kardeş okuma biçimleridir. Teşhirci okuma, teşhir etmek zorunda kaldığı ana kadar görmezden gelen okumadır, denebilir. Anlayamadığı uyarana maruz kalan ve o noktada artık görmezden gelme özgürlüğü elinden alınan teşhirci, merak güdüsünden değil, fobik bir dürtüyle mübalağa ederek nesnesini geri kalandan tecrit etmeye, hakikat ile sır arasındaki oyunda anomaliler olmadığı halde onu kategorilerden müteşekkil bir dünyanın anomalisi olarak sunmaya çalışır. Teşhirci okuma, hakikat ile sır arasındaki oyunun doğurduğu tuhaflıkları sömürür ve tuhafın hakikat rejimi tarafından örtüldüğü ölçüde yayıldığını saklama işlevi görür: “X ve yalnızca X böyledir, onun dışında herkes normaldir.” kalıpyargısıyla görmezden gelen okumayı destekler. Bu denklem içerisinde, aslında her okuyucu, kendini nasıl kimliklendirirse kimliklendirsin bir anlığına görmezden gelen okuyucu, teşhirci okuyucudur, bu gözlüklerden tam olarak kurtulmak için metinle bir süre cebelleşmek, sesini açmasına izin vermek gerekir.

Peki, o zaman Sedgwick’in işaret ettiği epistemolojide bilgi kavramıyla açıklananın gerisindeki hakikat egemenlik kuran, sınır koyan, kalıba sokmaya çalışansa, sır nedir, nasıl hareket eder? Sırrın kendi içinde, kendi adını koyan bir şey değil, hakikate göre konumlanmış, hakikatin kendini sabitlemek üzere konumlandırarak ve biteviye baştan konumlandırarak yarattığı bir şey olduğu düşünülürse, bilgi ile aymazlık arasında yer kaplayan epistemolojik mekândaki akışkanlıktır. Hakikatin kendini mutlak sunduğu yola göre, sır her zaman utanç kavramıyla iç içe geçirilerek sürekli hakikatin hemen dışına, berisindeki sınırları bulanık alana itilir, hakikat ile arasındaki oyunda ötelenme yoluyla “bir şey görünürken başka bir şey olmaya” mahkûm edilir. Açılmaz, çünkü bir noktada açıldığı an açık bir sır olarak yayılmaya devam eder. Bu durumda, çalışmanın izleyeceği yol bir sırrı bir hakikat rejiminden çıkarıp başka bir yere adapte etmeye çalışmaktansa sırlar ağının akışkanlığını, hareketini korumak suretiyle onu öteleyen ve kırılganlaştıran bir hakikat rejimini sorgulamaya açmak olacaktır. Bu çalışma bu bağlamda, açmak gerekirse esas veçhesinde kadın ile erkekten müteşekkil karşıt ikilik sistemine dayalı “doğa” ya da “biyoloji” söylemi olarak kendini dayatan hakikati, edebi metinlerin de izin verdiği ölçüde, kavramın verdiği yükün yanılsamasından kurtarıp sorgulanmaya açık “hakikat” olarak ele alıyor. Böylece, sırrın sürekli değişen bir bağlam içerisinde anlamının değiştiğini de göstermeye çalıştım. İncelenmiş olan külliyatta görülen toplumsal cinsiyet matrisini tersyüz etme itkisi, metinlerde belirli başka sırların ihtiva edildiği noktalarda dahi trans performativitenin yaygın olduğu düşünülürse –zaten edebi eserlerin yansıttığı toplumda yaygın olarak var olan ve bunun böyle olduğu edebiyat tanıklığında gösterilen- böyle bir okuma için sağlam bir zemin hazırlıyor.  

Bu durumda “hakikat” ile sır ekseninde birden çok okuma var. Bu gerçeğe dayanarak, genelde yazarken biraz kesin bir dil kurmuş olsam da eser analizlerimin son sözü söylemediği, her edebi eserin birden çok yoruma gebe olduğu, her esere farklı farklı açılardan bakılabileceğini unutmadığımı belirtmek isterim. Fakat bu cinin şişeden çıktığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu çalışma, sırlar yerine heteroseksüelleştirmeci arzu güzergâhının örtüsünü açmayı amaçlıyor, ben de dönemin edebiyatının bir daha aynı kalıbın içine meşru biçimde sokulabileceğine inanmıyorum. Zaten sallantıda olan bir toplumsal cinsiyet matrisini dayatarak heteroseksüel matris çerçevesinde ısrar etmek, karakterleri çarpıtmaya ve ön planda duran ilişkisellikleri göz ardı etmeye kadar varan bir gafletle eserlere kendi sesi olmayan bir sesi, “doğa”sı gereği birbirine karşıt konumlanmış ve birbirini bütünleyen “kadın” ile “erkek”ten müteşekkil bir evreni dayatmak demek. 

Bu, elbette mevcut tek hakikat rejiminden ziyade, çeşitli hakikat rejimlerinin gerisindeki arkaik yapı. Hakikat rejimleri, arzu akışı üzerinde kurdukları tüm baskıya rağmen değişen hatta hızla değişen, farklı katmanlarda birbirleriyle çelişebilen bir mevcudiyet sergiler. Hakikat rejimleri tarih dışı değil, tarihseldir. Bu da bu çalışma açısından içine düşülebilecek bazı tuzaklara işaret ediyor: geçmişin dili, arzusu, arzusunun bilgisi ve hakikat rejimleri ile bugününkiler arasındaki açıyı göz ardı etme ya da anakronizme düşme tehlikesi. Zorluk esas olarak, ele alınan eserlerin Foucault terminolojisine başvurmak gerekirse 19. yüzyıldan itibaren norm dışı kabul edilen her şeyin bir sapkınlıklar dizgesi içerisinde sınıflandırıldığı cinsellik tertibatına geçmeye çalışan bir toplumun ürünü olması. Hakikat rejiminin cinselliğe dayanan ilişkileri neredeyse sadece evlilik bağı tertibatı üzerinden anlamlandırdığı, cinsel baskısını ve bilgisini merkezde evlilik kurumu üzerinden kuran, ama diğer yandan bilimsel söylemden nasibini almaya yeni yeni başlamış, tam da bundan dolayı, yani modern düzene geçildiğinden, homofobinin semptomlarından biri olan “hastalık” fikrinin de yaygın olduğu bir toplum. Lezbiyenlik ve trans erkeklikten bahsedildiğinde sorulan “Ne olacak bu toplumun hali?” sorusuyla birlikte, dönemin hakikat rejimi haz ekonomisinin çiğ bir görev ahlakına bağlandığı üreme rejimine indirgenebiliyor. Biz, hem evlilik bağı üzerinden kendini anlamlandıran arkaik yapının hâlâ çok yoğun biçimde yaşandığı, yaşatıldığı hem cinsellik tertibatı’nın ithali sürecinin olgunluğa ulaştığı, heteroseksüelleştirmeci arzu güzergâhında sadece çiğ ahlak görevinin değil, bir haz ekonomisinin de belirgin olduğu hem de kimliklerin cinsellik tertibatı’nı aşarak politik arenada direnç hattını oluşturduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu yüzden, okuyucu bir yandan kendine çok yakın –evliliğe zorlama, evliliğe direnme, yönelimin keşfiyle haneden gelen şiddet hikâyeleri gibi- bir yandan da kamusal alanı güçlü biçimde şekillendiren aile kurumu ve ulus-devlet yapısı yüzünden kendine has açık sır ören üstü örtük kodlarına yabancı olduğu –“Ben geyim” değil, “Ben ölene kadar bekârım.”; “Seninle ciddi düşünüyorum, öyleyse sana bir koca bulalım, kız kıza gezelim.”- biraz uzak bir dünyaya bakıyor.  

Dün ile bugün arasındaki açıya böyle bir vurgu yapmak iki zamansallığın birbiriyle uzlaşmaz, apayrı, birbirinden kopmuş olduğu sonucuna varmıyor. Kitap, iki dünyanın iç içe geçtiği noktaları keşfetmek için Sedgwick’in edebiyat eleştirisine kazandırdığı “homososyal arzu” kavramına başvurdu, bu kavram tüm çalışmayı ördü denebilir. Homososyal kavramı, bir neolojizm olarak, ilk olarak 1970’lerde sosyoloji alanında arzudan arındığı varsayılan arkadaşlık, rekabet, düşmanlık, himaye gibi erkekler arası ilişkileri eşcinselliğe karşıt olarak konumlandıracak ve sterilize edilmiş bir kamusal alan tasavvur edecek şekilde ortaya atıldı, kavram kısa süre içerisinde erkek erkeğe ilişkiler kadar kadınlar arası ilişkiler için de kullanılmaya başladı. Sedgwick, böyle bir karşıtlığın mümkün olmadığını, arzuya içkin olmayan bir ilişkisellikten bahsedilemeyeceğini, o yüzden homososyalliğin bir arzu-fobi spektrumu içerisinde vuku bulduğunu öne sürer. Bu bağlamda, homososyal arzu kavramı gri alanların, daha doğrusu ilk bakışta gri gibi görünen alanların çok önemli olduğunu vurgulayarak, bunları olabildiğince çıkış noktası olarak almaya çalışıyor. Nahid Sırrı’nın öncü Dansöz’ü (1936/1940) Hüseyin Rahmi’nin yine bir o kadar öncü Ben Deli miyim?’i (1925) yaratmış olmasına, dönemin külliyatında beliren her türlü başkaldırıya rağmen, ele alınan dönemde dil ve anlatı heteroseksüel matris tarafından kuşatılmıştır, yani her şeye rağmen bir noktaya kadar dolaplıdır –meşum ve sürprizsiz bir istisna: dönemde erkek diliyle lezbiyen aşk açık ve seçik bir dille aktarılır ya da kurgulanır. Dün ile bugün arasındaki sınır çizgisini çizen şey dilin dolaplılığı üretme biçimleri olduğundan “homososyal arzu” bu kadar kritik bir önem taşıyor. Arzu akışını anlama ve anlamlandırmada bu kadar kritik bir rol oynayan kavramsallaştırma, sevgili kelimesi telaffuz edilemediği bir dünyada direngen bekârlık, erkeklik iffeti, “kadın düşmanlığı”, “eski hastalık” tipi izlekleri anlaşılır kılması açısından önemli.

Bu çalışmada izlediğim yönteme gelince, her şeyden önce arzunun kapalı aktığı bir zaman ve mekânda heteronormativiteye direnç gösteren cinselliği kaydetmiş olan erken dönem edebiyatına en ince ayrıntısına kadar nüfuz etmeyi ve metni okuyucuya olabildiğince açmayı amaçlıyorum. Bu yüzden, bu çalışma esas olarak birincil kaynakları ve anlatıyı odağına alıyor. İncelenen metinleri dönemselleştirmek gerekirse, Tanzimat, Abdülhamit Dönemi, Mütareke Dönemi ve Çok Partili Dönem öncesi Cumhuriyet muhtelif durak noktaları ya da süreçleri olarak alınabilir. Bedenin (merkezî üreme rejiminin çizdiği güzergâh tarafından çoğu zaman kadın olarak da tahayyül edilen bedeninin) bu durak noktaları üzerinden kapanma-açılma üzerinden bir sinüs eğrisi çizdiğinden bahsedilebilir. Heteroseksüel/toplumsal sözleşme merkezinde arzu güzergâhı çizilirken, siyasi yapıların sıkılaşması ve gevşemesine bağlı olarak beden ve beden tahayyülü değişir, dönüşür. Devletle özdeşleştirilip onarılması, namusu kurtarılması gereken bir şey olarak tahayyül edilir. Devletle özdeşleştirildiği ölçüde beden, yer yer maddi anlamının içi boşalacak derecede onarma fantezisinin tereddüt çizgisini oluşturur. Devlet gücünün gerilemesi ile erkeğin erk alanından püskürtülmesi paralel giderken trans bir erkek gücünü kaybetmekte olan erkeği onarır ve anında genel ahlak formunu benzer şekilde onaran bir kadına dönüşerek namusu kurtarır. Bu onarma fantezisinin aşk büyüsüyle el ele ilerlemesi ölçüsünde elde edilen etki hezimet duygusunun uyuşturulması, savaş makinesi içerisine çoktan girmiş trans erkeğin talileştirilmesi yoluyla cebren kadınlaştırılmasıdır (Tanzimat). Devlet namus sınırlarını paranoya bahasına kurtarırken, takas edilmiş kadınların hane içindeki mevcudiyet kurallarını sıkılaştırarak sımsıkı kapalı aile yapıları inşa ettiğinden bedeni hapseder, arzu akışını yeraltının en dibine iter, bedeni ağır bir gözetim ve denetim mekanizması altında hapseder (Abdülhamit Dönemi). Devlet beden üzerindeki tüm kontrolünü yitirir, kendi benliğini kaybetme noktasında erilliği yok olmaya yüz tutmuş eril bir arzu nesnesi haline gelir, kadın takasında aidiyeti altına aldığı tüm kadınları yitirme noktasına gelir (Mütareke Dönemi). Öteki’sini Dişi Simgesel merkezine koyarak tıp bilgisi tarafından şekillendirilen bir yargı mekanizması üzerinden erkeğin vatandaşlaşma kurallarını belirler, haz ekonomisini salt görev ahlakına bağlayan bir üreme rejimi üretir, aşk büyüsü yoluyla rejimin üstünü örter, bedeni bireylere böler ve aykırı bedenleri ayıklar, ıslah etmeye çalışır (Erken Dönem Cumhuriyet). Ele aldığım metinlerde bu minvalde tahayyül edilmiş bir hakikat rejiminden azar azar kopan aykırı bedenlerin nasıl bir mekânsallaşma izlediğini, ne tip kaçış çizgileri çekmeye çalıştıklarını, arzu güzergâhının içinden geçen hakikat rejimlerine karşı kendi varlıklarını korumak için ne tip stratejiler izlediklerini keşfetmeye çalıştım.

İkinci olarak, kitabın ilk üç bölümü yazar portreleri olarak tasarlandığından, bu bölümlerde biyografik materyallerden faydalandım. Genelde edebiyat metni analizlerinin önemli bir parçası olan biyografiler tam da söz konusu yazarların hayatlarını hedef alma tehlikesini taşıdığından çalışmanın yumuşak karnı oldu denebilir. Fakat bu çalışmada, biyografilere “özel hayat” denilen şeye toplumsal bir kurgudan daha fazla bir anlam vermediğimden, “özel hayat”ları aktarma mantığına başvurmadım. Burada biyografi kullanımının iki amacı var, birincisi biyografik fragmanları bir meta-biyografi sorunu, yani hakikatlerin, söylemlerin, bilgilerin, bilgi ile aymazlık arasındaki epistemolojik mekânın bir çarpışma olarak ele almak. İkincisi, biyografik materyallerin izin verdiği ölçüde, söz konusu yazarın anlatısını daha iyi analiz etmek için onun duygulanım kaynaklarına inebilmek. 

Üçüncü olarak, bu çalışma genel hatlarıyla arzu üzerine olduğundan, queer kuram, psikanaliz, feminist psikanaliz, şizoanaliz, yer-analizi ve cinsel coğrafyadan faydalandım. Tüm bu alanlara ulaşabilmiş olmak, metinleri incelerken bedeni, dönemin edebiyatında inkâr edilmeye o kadar yakın duran bedeni, morfolojisinden mekânsallaşma biçimlerine, arzu güzergâhlarından kaçış çizgilerinin bedenselleşmesine kadar tanımayabilmemde yardımcı oldu. Mekânsallaşma, bedenin dönemin literatüründe neden inkâr eşiğinde durduğuna ipucu teşkil ediyor. Söz konusu zamansal sınırlar içerisinde hangi metin ele alınırsa alınsın arzunun mezarlıklara itildiğini, mezarlıkların başlıca getto mekânı teşkil ettiğini, mücbirce görünmezleştirilmiş dolap mekânların sınırlarının ise kamusal alandan oldukça keskin biçimde ayrıldığını gösteriyor. Kısacası, mekânsallaşmanın verdiği ipucuyla arzunun oldukça karanlık aktığı bir dünyaya bakıyoruz. Son olarak, bu kitapta tecrit edilmiş geyleri, evlilikle uzlaşmak zorunda kalmış lezbiyenleri, sürgüne gönderilen trans erkekleri, transgender kimliği yüzünden de facto açık olduğu için kapalı gey arkadaşları tarafından dışlanan genderqueenleri görünür biçimde yaratmış, söz konusu figür ve yapıların bir devlet yapısını parçalamasıyla birlikte ulus-devletin altın çağında kan bağına dayalı ailenin hem çok kuvvetli hem duvarları dışa bu kadar kapalı olduğu bir zamansallaşmayı ele almaya çalıştım. Böyle bir insan malzemesini ve edebi tanıklığı belli bir düzenleme altına konulma çabasıyla ehlileştirilerek toplumsallaştırılmaya çalışılan ama direngen biçimde başkaldıran arzuyla harmanlamaya çalıştım. Aykırı Cinsellikler, bu bağlamda, en genel hattıyla sadece sahip olma ya da temellük arzusuna değil, olma -olarak eşik aşma- arzusuna da dairdir. 

Kıvanç Tanrıyar – Aykırı Cinsellikler: Türkçe Edebiyat’ta Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliği (Ayrıntı Yayınları)

Bir Cevap Yazın