Tarık

Mustafa Yaşar

Babamın hastalandığını ilk defa görüyorum. Yarın da hastaneye tekrar gidip bir mide röntgeni çektirecek. Şimdi düşündüm de, onun sindirim sisteminin bizimkine bu kadar çok benziyor olması ne tuhaf. Hatta aynısı…

Mide ve bağırsaklar röntgen filmi çekildiği sırada boş olmalı. Kendisi bu yüzden, ‘Hint Yağı’ denen şu iğrenç şeyden tam bir şişe dolusu içmek zorunda. Böylece babam haftanın üç dört akşamı gittiği o pis meyhanelerde yediği, kim bilir kaç kez kullanılmış katı yağda kızartılan soğuk patates kızartmaları ve -belki de lağım farelerinden yapılma- o dandik sosisleri bütün gece boyunca sıçabilecek. Bir insan son anlarını bile dünyayı kirleterek geçirdiğinde, gariptir ki gözünüzde oldukça acınacak hale gelebiliyor.

Benim adım Tarık. Bir böcek ilaçlama şirketinde çalışıyorum. Aslında bunu kendim seçtiğim söylenemez. Zaten, bana göre bir iş olmadığı da kesin. Örneğin, duvarları birleştiren köşe çizgisinin iki yanına da eşit oranda ilaç sıkmaya çalışmak, bazen beni çileden çıkaracak kadar sinir bozucu olabiliyor. İnce metal borudan püsküren sıvının, köşe duvarların birinde oluşturduğu şeklin simetriğini diğer duvarda da yaratmaya çalışırken kimi zaman o kadar çok geriliyorum ki bunu başaramayacağımı hissettiğim anlarda iç organlarımda başlayan sıkıntılı kasılmaları bazen anüsümde bile hissedebiliyorum.

Ben bir obsesifim. Hiç beklenmedik anlarda, hiç beklenmedik şeylerle simetri yaratmak gibi bir takıntım var. Hatta bazen seslerle bile… Mesela, müzik dinlerken kulaklıklardan birinin diğerinden fazla ses vermesine asla tahammül edemem. Benim adım Tarık -bunu söylemiş miydim?- Bir böcek ilaçlama şirketinde çalışıyorum. İronik olansa, patronumun dünyanın en büyük böceği olması: Yani, babam…

Alman Hamamböceği: En hızlı çoğalan hamam böceğidir. Kahverengi renktedir ve boyu 0.5 ile 1 cm arasında değişebilir. Ömrü bir yıl kadardır ve sadece bir dişi ile sayıları yılda 30.000’i bulabilir. Kuru ve sıcak yerleri sevdiği için halk arasında Kalorifer Böceği olarak da bilinir. Evlerde ilk yerleşeceği yer mutfak ve banyodur. Her şeyi yiyerek beslenebilir. Zamanının çoğunu yuvasında, delik ve çatlaklarda saklanarak geçirir. Karanlığı sever ve geceleri aktiftir. Çok dayanıklıdır, ilaçlara karşı çok çabuk direnç kazanabilir. Verem, dizanteri, gıda zehirlenmelerine, gastroenteritis, antrax, pnomoni, hepatit, mantar hastalıklarına, astım ve alerjik reaksiyon gibi çeşitli hastalıklara neden olabilir.

Böceklerden hoşlandığım pek söylenemez. Fakat, ilaçlama şirketlerinin broşürlerinde verilen bilgilerin her zaman abartıldığını ve asıl amacın insanları profesyonel yardıma yönlendirmek -“düşmanı” yok edecek güce yatırım yapmalarını sağlamak- olduğunu da unutmamalı.

Bana öyle geliyor ki; insanlar bazı şeyleri daima sevmeye ya da onlardan hep nefret etmeye yönlendiriliyor. İşin kötüsü, bu değerler propagandaya öyle açıklar ki elinizdeki iplerle devasa topluluklara bile istediğiniz dansı ettirip dünyayı kendiniz için bir karnaval yerine çevirebilirsiniz. Tabii yeterince zalimseniz…

Bu durumda, babamın kendi türünü yok etmeye çalıştığını düşünüyor olabilirsiniz. Aslında bu şaşılacak bir şey olmaktan çok tam da bizim türümüzün davranışlarını hatırlatır cinsten bir eylem.

Ben, bir insanı asla öldüremem. Ama bir böceği öldürürken gözümü bile kırpmayacağıma emin olabilirsiniz.

Babamın böcek ilaçlama şirketi dediği yer, şehir merkezine en uzak ilçelerden birindeki evimizle aynı mahallede bulunan, terkedilmiş bir imalathanedeki, küçük, siktiriboktan bir ofisten ibaret. Dostlarının salak fikirlerine sonuna kadar açık olan babamın bir arkadaşıyla ortak kurduğu ama adamın bir gün kasadaki -bir uçak biletini bile zor karşılayacak- parayı da alıp haber vermeden Almanya’ya gitmesiyle tek başına kaldığı bu “şirket”, çatısındaki metal plakalar yüzünden yaz aylarında bir fırından farksız olur.

Bu durum babamı zerre kadar ilgilendirmez. Çünkü o, yazın tamamını kıraathanede oyun oynayarak geçirir ve işle sadece kışın ilgilenir. Bu durumda ben de bütün yaz tatillerimi ve okul zamanı birçok hafta sonumu bu toz yuvası böcek deliğinde harcamak zorunda bırakılırım. Burada vakit geçirdiğim tek şey şu an yaptığım gibi gazete okumak ve radyo dinlemek. Bunların dışındaki her şey çok rutin: ortalığı toparla, malzemeleri hazırla, gitmeden önce babana haber ver ve en önemlisi dönüşte sakın oyalanma! Oyalanacak ne yapabilirim ki? Olsa olsa, Orhan’ın üniversiteden döneceği saatlerde evin önünde dolanırım. Oysa hiçbir ilaçlama dönüşüm onun okula gidiş ya da dönüş saatine rastlamadı.

Ben hala lise ikinci sınıfa devam ediyorum. Akranlarımdan daha ufak tefek olduğum için okula bir yıl geç yazdırılmışım. Kekemeliğimin de o yıl başladığını söylerler. O zamanlar bu durum benim bile dikkatimi çekmeyecek kadar önemsiz olsa gerek, kekeme olduğumu dördüncü sınıfa kadar hiç fark etmedim.

11 Yaşıma geldiğimde, zaten az olan birkaç arkadaşımla konuşurken ya da tam bir ruh hastası olan ilkokul öğretmenim “Ne düşünüyorsun sen? Kendin buradasın ama aklın nerede? Sınıfa dön!” deyip ceza olarak ani sözlü soruları sorduğunda, kelimeler ağzımdan bir türlü çıkmaz, onları oluşturmaya çalıştığım sesler de bir türlü açıp doğru harfleri sıralayamadığım dudaklarıma ve ağzımın içindeki alakasız noktalara çarpıp boğazıma düğümleniverirdi. Bu durum da sınıfta alay konusu olmama, iğrenç ilkokul veletleri tarafından okulda ve dönüş yolu kaldırımlarda taklidimin yapılmasına neden oluyordu. Ben de her gün daha fazla sessizleşiyordum ve sonunda içine kapanık biri olup çıktım. Ortaokul üçüncü sınıfa gelene kadar neredeyse tek arkadaşım ablamdı ve ondan sonra da başka hiç olmadı. Şimdi de ilaçlamalar haricinde bütün günüm bu aptal “ofiste” gazete okumakla geçiyor.

YİNE BALİNA ‘İNTİHARI’

SYDNEY – Avustralya’nın güneyinde 60’ın üzerinde balina kıyıya vurarak öldü. Çevreciler hayatta kalan 10 kadar balinayı kurtarmaya çalıştıklarını söylediler. Aynı bölgede 1988’de de 70 kadar balina kıyıya vurmuş, fakat sadece 10’u kurtarılabilmişti. Balinaların kıyıya vurma nedeni, bilim için hala bir sır.

Böyle düşünen sadece ben miyim bilmiyorum ama balina intiharlarıyla ilgili bir haberi okumak, bana her zaman sevginin bu dünyaya okyanuslardan yayıldığını düşündürüyor. Atalarından kalan narin mirasın acılarına daha fazla katlanamayarak kıyıya vuran bu asil ve dev bedenler, sanki sevginin denizlerdeki görkemli ve unutulmuş saltanatının torunları gibiler. Öyle iyiler ki, eminim onları suya taşıyarak hayata geri döndürmeye çalışan insanlara bile kızamıyorlardır.

Elimdeki gazeteyi bırakıp saate bakıyorum. Babamın bu saate kadar gelmediği günlerde, “şirketi” kendim kilitleyip eve giderim. Hava bulutlu. Gökyüzünün yaza hiç yakışmayan bu gri rengine bakarken, şu lanet olası dükkandan bir an önce uzaklaşmadıkça havanın bunaltıcı etkisi üzerimden hiç gitmeyecek diye düşünüyorum.

Dandik gecekondu mahallemizin düzensiz caddelerinden hızlı adımlarla geçip evimin olduğu sokağa girdiğimde Orhan’ı hatırlıyorum. Eğer yarım saat erken çıkabilseydim -ki bu imkansız- onu eve girerken görebilirdim. Onun hangi gün hangi saatte evden çıktığını ve eve kaçta döndüğünü ezbere biliyorum. Çünkü, iki üç ay önce babam paraya kıyıp yeni maskeler almadığı ve elimizdekiler de fazlasıyla eskimiş olduğu için ilaçlama sırasında zehirlenmiş ve bir gecesi hastanede olmak üzere tam on gün yataktan çıkamamıştım. Bu on günün büyük bir bölümü, odamın camından karşı komşumuz ve kiracımız Serap Teyze’nin oğlu Orhan’ın penceresini izlemekle geçti.

İki yıl önce, babam o sırada satılık olan karşı gecekonduyu, anneme miras kalmış küçük bir araziyi satıp, üzerine birikmiş bütün parasını da ekleyerek satın almıştı. İmarlı, yasal bir mülk olmadığı için bu ticarete baştan beri karşı olan annemi ise hiç dinlememiş, kendisine akıl veren arkadaşlarının sözünü dinlemekteki her zamanki inadını sürdürmüştü. Ben ise babamın anneme, eğer var olmasaydı kendisinin o böcek deliğinden farksız dükkandaki iğrenç yaşamından bir adım bile ileri gidemeyeceği o muhteşem kadına bu şekilde davranmasına katlanamıyordum. Kendimi sinirden çıldıracak gibi hissetsem de, bir de bana bağırıp küfreder hatta daha da ileriye gider diye ağzımı açıp tek kelime edemiyordum. Bir akşam yemeği klasiği haline gelmiş bu bitmeyen tartışmalara sessizce katlanıyordum.         

Bu cılız ve köyden bozma mahallenin evime giden sokağında ilerlerken, hemen hepsi tek katlı olan bu binaların ne kadar asimetrik sıralandığı yine gözüme takılıyor. Yazın toz, kışın da rutubet kokan bir ağzın çarpık dişleri gibi sıralanan bu binaların karşısına bazen de çekilmiş dişleri anımsatan anlamsız boşluklar denk gelir. Ne görülmeyecek kadar dar ne de bir ev sığabilecek kadar geniş olmayan ve genellikle çer çöple dolu olan bu boşlukların önünden her zaman seri adımlarla geçer, aynı hızla eve girer ve kendimi odama atarım. Ama sokak oldukça uzun ve daha çok yolum var.

Küçük bir su damlası yüzüme çarpıyor. Ve “Yağmur başlayacak.” dememe kalmadan damlalar saçlarıma vurmaya başlıyor. Ani bastıran yaz yağmuru kadar güzel bir şey olamaz. Ablam da en çok bu yağmuru severdi.

Evlendiğinde ortaokul son sınıftaydım ama düğününü göremedim. Çünkü babam, ablamın sevdiği çocuk Kürt olduğu için onunla evlenmesine izin vermedi. Ablam da doğal olarak kaçtı. Çocuk şimdi astsubay ve ablamla birlikte Erzurum’a yerleştiler. Ablamı yaklaşık üç yıldır görmüyorum ve onu çok özlüyorum. O gittiğinden beri kekemeliğim de ağırlaştı. Artık, hiç konuşmamayı tercih ediyorum.

Orhan’la konuşabilmeyi ise çok isterdim. Gerçekte ona ne anlatacağım ya da onun bana neler söyleyeceği hakkında hiçbir fikrim yok ama onunla zihnimde uzun uzun konuşuyorum. Ona filmlerden, ablamın giderken bıraktığı kitaplardan, romanlardan bahsediyorum. Bazen de o romanlardaki sevgililer biz oluyoruz. Bunları kimseye anlatamıyorum ama bunun kekeme olmamla bir ilgisi yok. Sebebi tamamen başkalarının farklı özürlerine dayanıyor.

Orhan’ın gece kalın perdelerini örtmemiş olması, benim için uykusuz bir gece anlamına geliyor. Çünkü o, odasında vakit geçirirken, hafif aralanmış güneşliğin arasından penceresini izlemek, benim için platonik aşkla dolu bir gece demek. Buna engel olamıyorum. Başlarda kendime çok kızsam da, hatta kendimi şimdi bahsetmek istemediğim şekillerde cezalandırsam da artık bunun iyi ya da kötü olup olmadığını sorgulamıyorum.

Orhan, her ayın başında ev kiralarını getirmek için elinde bir zarfla bize gelir. İki yıllık komşuluğumuz sırasında onunla en uzun konuşmamız, ilk kiralarını getirmek için bize geldiği o akşam kendini tanıtmasıyla oldu. Benim “Memnun oldum.” demem yaklaşık bir dakika sürdüğü için o da diğer gelişlerinde sadece “Merhaba. Kirayı getirmiştim.” demekle yetinmek zorunda kaldı.

Ben de ilk kiradan itibaren, her ay getirdiği zarfları gizlice açmaya ve evdekilere parayı zarfsız götürerek o zarfları odamda saklamaya başladım. İlk seferinde bunu neden yaptığımı anlamlandıramamış ama kendime engel olamamıştım. Oysa şimdi, çekmecemin gizli bir yerinde Orhan’ın onlara dokunduğu kenarları üst üste gelecek şekilde istiflenmiş yirmi iki tane zarf bulunuyor ve ben artık bunun ne anlama geldiğini bilecek yaştayım.

Serap Teyze bize her gelişinde onunla ilgili bir şeyler anlatır. Ben de eğer tesadüfen evdeysem, acaba Orhan hakkında yeni şeyler anlatacak mı diye salondan dışarı adımımı bile atamam. Televizyonu açar, o an anlamsız ne varsa izler, heyecandan midem boğazıma gelir, öylece beklerim. Orhan’ın beni neden bu kadar etkilediğini, onda ne gördüğümü anlamama sebep olan hikâye ise onun lise günlerinden biriyle ilgili.

Orhan, derslerin hemen hepsini okul kitabının arasına koyduğu başka kitapları okuyarak geçiriyormuş. Kitap ayracı olarak da ya bir çiçek ya da yolda bulduğu kuru bir ot parçası kullanırmış. Bu durumun birçok öğretmen farkındayken ve Orhan’ın derslerde hep başka kitaplar okuyor olmasına ses çıkarmazken -bunda liseyi ikincilikle bitirmiş olmasının da etkisi var mı bilmiyorum- o yıl okula yeni atanan müdür yardımcılarından biri ona fena takmış. “Ne okuyorsun sen?” diyerek önünden aldığı kitabın arasındaki papatya yere düştüğünde ise hiç tereddütsüz üzerine basarak “Bu ne ulan?” demiş. Orhan ezilen çiçeğe bakıp, hocaya “Bunu neden yaptınız?” diye sorunca da hoca: “Ulan delikanlı adamın çiçekle böcekle işi ne? Biraz erkek ol diye yaptım.” diye cevaplamış. Bunun üzerine Orhan, çiçeğin dağınık parçalarını yerden alarak onları ders kitabının üzerinde birleştirmiş ve kitabı kapatıp hocaya dönerek şöyle demiş: “Ben onu, iyileştirebilirim. Siz bunu da yapabilir misiniz?”

O benim kahramanım.

Evimin bahçe kapısından girerken, yağmurla birlikte havadaki nemin de arttığını fark ediyorum. Fakat bu seferki, bunaltıcı olmaktan çok kurak bir yaz gününde ilaç gibi gelen, tatlı, serin bir nem. Ve bu atmosferde aldığım her nefes sanki içimi arındırıyor. Evin kapısını açan annem, her zamanki güzel gülümsemesiyle bana “Hoş geldin!” diyor. Ablamın da ona benzer bir gülümsemesi vardı. Bir yunusunki gibi, geniş, içten ve çocuksu…

İçeride yine güzel yemek kokuları ve tertemiz eşyalar karşılıyor beni. Televizyonu açıp, sevdiğim dizileri babam gelmeden önce izleyebilir miyim diye düşünüyorum. Anneme gününün nasıl geçtiğini sormak geçiyor içimden ama bu cümleyi kurmak o kadar çok enerjimi alacak ki, vazgeçiyorum. Zaten o da bugün Serap Teyzelere gittiğinden bahsetmeye başlıyor. Dinliyorum. Bana onunla geçirdikleri sıradan bir günü anlatıyor. Ama ben sadece kullandığı kelimeleri üzerinde taşıyan o zeminin tatlı tınısını duyuyorum: Yani sevginin. Anlattıklarına değil anlattıklarının altında yatan sırra kulak kabartıyorum. Annem özetle, Serap Teyze’yi ve onunla vakit geçirmeyi sevdiğini söylüyor. Zaten, haftada bir çıkılan çarşı pazar gezmelerine bile bir tek onunla birlikte gidiyor. Çünkü, mahalledeki diğer kadınlar boş dedikodudan başka konu bilmiyorlar. Onlar ise çok iyi iki arkadaş.

Bir yandan da yağmur devam ediyor. Yağmurun ve annemin sevgi dolu sesi… Bu güzel müziği dinlemeye başlayınca, birden balinaların şarkılarını hatırlıyorum.

Hava yavaş yavaş kararırken, aklıma Orhan’ın, perdeleri hemen hiç kapanmayan penceresi geliyor. Hemen odama gidip onu izlemek geçiyor içimden. Fakat, yemek sofrasının hazır olduğunu fark edip vazgeçiyorum. Derdim yemekle değil. Onu izleme zevkinin yemek bahanesiyle kesilmesi sinirime dokunuyor. Ama sofrada babam varken ve ben de çağırılmışken “Gelmeyeceğim!” deme şansım olmayacak.

Ben de oturma odasında kalıp pencereden dışarıyı seyrediyorum. Yağmur dinmiş. Annem, babamdan bahsetmeye başlıyor. Bugün doktora gidecekmiş. Onun doktora gittiğini ilk defa duyuyorum. Ben sebebini sormadan annem anlatmaya başlıyor: Babamın bir süredir karın ağrısı çektiğini ve bugün de doktora gitmeye karar verdiğini söylüyor. Umursamıyorum. O bunları anlatırken, ben güneşliğin her iki parçasının da aynı sayıda kıvrıma sahip olup olmadığını sayıyorum.

Yağmur durunca havadaki tatlı serinlik yerini sıkıntılı bir sıcaklığa bırakıyor. Yine o kuru yaz havası… Zil çalıyor ve babam içeri girer girmez sofraya oturup, her zamanki gibi kimseye hal hatır sormadan hastaneye, doktorlara, hemşirelere vesaireye küfür ederek yemeğine başlıyor.

Hep birlikte bilmem kaç bininci geleneksel ve gergin akşam yemeği törenimize başlıyoruz. Fakat, her zaman kısa kesilen bu ritüel bu kez biraz uzun sürüyor. Çünkü babam, sofrayı zangır zangır sallayacak, evin duvarlarını birbirine bir yaklaştırıp bir uzaklaştıracak haberiyle annemi ve beni şok ediyor: “Kiracıları evden çıkaracağım.”

Annem “Nereden çıktı bu şimdi?” diye sorunca, babam da işi büyütmeye karar verdiğini, iki gün önce kahvede birkaç arkadaşıyla, içki-sigara işinde çok para olduğunu konuştuklarını ve karşı evi satıp dükkana çevirmeye karar verdiğini söylüyor. Annemin panikten yüzü sapsarı oluyor. “Onu böyle görmek benim için çıldırtıcı.” desem hislerimi yeterince anlatamam.

Annem, karşı komşumuzun ne kadar iyi birisi olduğundan bahsediyor. Yapmayı düşündüğü şeyin anlamsız ve böyle küçük bir mahallede asla yeterince kâr getirmeyecek yanlış bir iş olduğunu söylüyor. Üstelik babamın şu anki işle bile doğru dürüst ilgilenmediğini hatırlatıyor. Babamsa her zamanki sabit fikirliliğiyle diretip, saçma planlarını kaba ve despot diliyle kabul ettirmeye çalışıyor. Ben, sakinleşmek için Orhan’ın penceresini düşünüyorum.

Sofradaki konuşmanın üzerinden yaklaşık iki saat geçti. Annem uyuyacağını söyleyerek odasına çekildi. Babam içeride uyuklayarak televizyon seyrediyor. Bense garip bir şekilde sakinim. Odamın penceresinden bakmayı sürdürürken kendime değil, daha çok anneme üzülüyorum. Orhan, gazete okuyor. Balinalarla ilgili haberi hatırlıyorum.

YİNE BALİNA ‘İNTİHARI’

Avustralya’nın güneyinde 60’ın üzerinde balina kıyıya vurarak öldü.

Fakat bu kez, intihar kelimesi diğerlerinden daha koyu renkte yazılmış gibi geliyor gözümün önüne ve nedense hemen ardından aklımda annemin gülüşü canlanıyor. Bu da olmaz herhalde değil mi? Annem kendini neden öldürsün ki?

Bir kere ben varım. Benimle ilgilenebilir. Sabah okula ya da işe giderim. Bana kahvaltı hazırlar. Sonra da akşam yemeğine gelecek olmam heyecanlandırır onu. Sonra.. Belki ben de üniversiteye giderim.

Akşamları eve döner, kapımı kilitleyip bütün gecemi mektup zarflarına sarılarak geçiririm. Belki Orhan bana mektup yazar.

Tüm bunlar aklımdan birkaç saniye içinde geçerken, babam içeriden sesleniyor:

“Tarık!”

Onun, zarfı neresinden tuttuğunu tahmin etmeye çalışırım. Ama yazmaz ki… Çünkü bunun için hiçbir sebep yok. Olacak şey şu: Boş zarfların arasında kalıp, daha da delireceğim.

“Tarık!”

Ve bu da annemi daha çok üzecek.

“Tarık ulan!”

İçeri gidiyorum. Babam, nerede kaldın faslını bitirdikten sonra, bana, evin girişine bıraktığı beyaz kutulu ilacı getirmemi söylüyor.

Odadan çıkıp, girişteki portmantonun yanına gidiyorum ve orada duran poşeti açıyorum. Televizyonun sesi o kadar yüksek ki, buraya kadar rahatlıkla duyuluyor.

Beyaz kutulu ilacın üzerinde Hint Yağı yazıyor. Üzerinde yazanların hepsini okuduktan sonra, gözüm giriş kapısının yanındaki odunluğun küçük kapısına takılıyor. Fazla düşünmeden, aklıma gelen ilk fikrin buyruğuna uyup, odunluğa giriyorum.

İçeride bir sürü tarihi geçmiş böcek ilacı var ve “şansıma” içlerinden biri kokusuz bir zehir. Bazı böceklerin hafızası gelişmiştir ve zehirlerin kokularını tanımaya başlarlar. İşte bu da tam o türleri öldürmek için. Şişenin yarısını boşaltıyorum. Sonra, ağzına kadar böcek ilacıyla doldurup kapağını sıkıca kapatıyorum. Odunluktan hızla çıkıp salona gidiyorum ve şişeyi babama uzatıyorum. Bir dikişte içiyor. “Bunun tadı da bok gibiymiş be!” diyor.

Benim adım Tarık. Bunu söylemiş miydim? Bir böcek ilaçlama şirketinde çalışıyorum. Ben bir insanı asla öldüremem. Ama bir böceği öldürürken gözümü bile kırpmayacağıma emin olabilirsiniz.

Mustafa Yaşar’ın bu öyküsü Ardis Kitap’tan yayımladığı Hayalet Çağırmak adlı kitabında yer alıyor. Kitapla ilgili detaylı bilgiyi şuradan edinebilirsiniz. Yaşar’a ve Ardis Kitap’a teşekkür ederiz.

* Görsel: Erinç Seymen, Konfor Alanı A, 2016, Kağıt üzerine mürekkepli kalem, 72×72 cm

Author

Bir Cevap Yazın